13 Nisan 2012

[Some of the best tv series ever: ER, X-Files, Sex and the City.]

televizyon tarihinin en unutulmaz yapımları seçilmiş bugün gördüğüm kadarıyla. onların arasındaki çoğu yapımı izlediğimi söylemeyi bir borç bilirim. ama özellikle üç tanesine özellikle değinmek istiyorum. ama tekrar vurguluyorum aralarında çok çok sevdiğim dizilerim var angel, buffy gibi. neyse efendim gelelim bahsetmek istediğim bu ünlü bir kaç diziye.
öncelikle ER. bu dizi televizyon tarihinin görüp görebileceği en gerçekçi, en insancıl dizisidir. benim kadar hastane ortamından, yok efendim kusan insanlar, zehirli iğneler, kol bacak kırılması, fışkıran kanlar filandan haz etmeyen bir insan yoktur heralde. ama ben bu diziyi utanmadan sıkılmadan (aman ne utanıcam yahu?) üşenmeden iğrenmeden gözümü kapamadan izledim. bu öyle bir dizi ki başrol ölmez diye bir kural yok. bu öyle bir dizi ki 5 sezonluk oyuncu çıkıverir diziden. bu öyle bir dizi ki tepeden helikoptere kaptırırsınız kolu. yani öyle böyle değil. ağrı kesici bağımlısı olan doktor izledim. bipolar annesi olan hemşirelere tanık oldum. kaçırılmalar gördüm, tecavüzler, nefsi müdafaalar. yani yazmaya başlasam ucu bucağı yok bu karakterlerin başına gelen olayların. bir de şunu eklemek gerekli: bu diziye konuk olarak gelen oyuncular da bir derya deniz dostlar. sally field filan vardı örneğin en dikkatimi çeken. kadın beni benden aldı rolüyle öyle söyleyeyim. dahası, sadece amerika'ya sıkışıp kalmış bir dizi değil mi. doctors without borders çerçevesinde afrika'ya kadar uzandılar birkaç kez. aman ne maceralar, ne gerillalarla mücadeleler yaşadık size anlatamam. ay beni benden alan birkaç bölüm silsilesini de şu şekilde özetliyeyim: doğum bölümleri. aman abby doğururken üzüntüden kahroldum, bebiş düzelsin yemeğe çıkarıcam dedim etrafta beni gören kızlara. hele o luka'nın aynanın önünde ağlaması kahretmiştir tüketmiştir beni. ve tabiki de en bombasını sona saklıyorum: carol'ın doğurması. ay kadın ikiz doğurdu ben dokuz doğurdum yemin ederim. çığlık feryat figanı geçtim, bölümün başında bayılmasın mı bu? dedim kadın ölücek bebek ölücek bunu bize yapmayııın! neyse efendim ilk çocuğu doğurduk. ikincisinde kanaması oldu filan, kadın diyor ki bıdıbıdı yapalım. carol da kabul etmiyor. mark da diyor ki carol istemiyorsa yapmayacağız, o bir hemşire risklerini biliyor. ay carol bayıldı, ekran bembeyaz oldu, reklam arası girdi mi! ay aman allah ne krizler geçirdim o gün kelimeler yetmez. tabi bir de arada corday'in doğumu oldu. hamile kalışı da maceralıydı. ay girişteki frank zehirlendi filan. ooooo valla yazamayacağım hepsini. ama son bölümden şöyle birşey anlatayim. gerçi ondan önce şu noktaya da değinmek gerekir. bu dizi zibilyon tane ünlü oyuncu doğurmuştur. meselaaaaaa george clooney. kendisini doug ross olarak izledik yıllar yılı. sonra hooop, bir baktık ki keşfedilmiş. carol var mesela, şu an good wife'ta oynuyor kendileri. misal jesse dayı burada yeniden parlamıştır. veeeee kendisinin bu şekilde doğduğunu pek kabul etmiyorum çünkü zaten ingiltere'de çok beğenilen muhteşem bir tiyatro oyuncusu olmakla birlikte sevgili elizabeth corday, yani alex kingston'ı da bu dizide izledik cerrah olarak. annesi bir bölümde chicago'ya geliyor, hastaneye kızını görmeye uğruyor. corday bir hastanın üstünde sedyeyle geçiyor koridordan hello mother diyerekten. kalp masajı yapıyor filan. aman ne maceralı ne maceralıydı o bölüüüm. a bir de şunu söylemeyi bir borç bilirim. gördükçe doctor who'yu izliyordum ama sevgili alex kingston doctor who'da kim olduğu bilinmeyen river song karakterini oynamaya başlayınca kimmiş bu river song diye araştırmaya başladım. bulamayınca iyice merak ettim. veeeee onun olduğu son 3 sezonu baştan sona, sonra da ilk üç sezonu ara vermeden izleyip yalayıp yuttum. doctor'u (artık üçünü de) seviyorum, rose tyler tabiiki de all time favourite companion. ama ben bu diziye river song sayesinde başladım arkadaş. neyse efendim hazır corday'den bahsederken beni öldüren bölümü de anlatayim tam olsun. the letter. buradan sonra ciddi spoiler. en başında dedim ya, bu dizi öyle bir dizi ki başrol bil ölebiliyor. üstelik vay ben yoruldum bu diziden çıkacağım diye değil, gerçekten dizinin konusuna katkıda bulunaraktan, acil servisteki hayatın doğal akışını anlatırcasına hayat ve ölüm bu dizinin parçası dercesine ölüyor. işte karakterlerden biri, benim en sevdiğim adam mark da diziyi terk etti bu bölümde. mark'a beyin tümörü teşhisi konup, durumunun ciddiyeti söylenilince ER'ı terk edip Corday, bebişleri ve kızıyla hawai'de yaşamaya başladı. (miami de olabiler) durumu gittikçe ağırlaştı. bir gözü bandajlı oldu. yavaş yavaş yürürken zorlanmaya başladı. elizabeth'le bir gün önemli belgeleri ve mirasını konuştu. elizabeth istemedi ama ısrar etti. sonra bir hawai sabahıda yatağında walkman'da what a wonderful world dinlerken terk etti bu dünyayı mark. işte bu bölümün başında ER'a bir mektup geldi. mark herkesi sevdiğini, onları özlediğini yazmıştı kısaca. en sonunda ise elizabeth'ten bir not vardı bu sabah şu saatte mark'ı kaybettik diye. hayatımda hiç bu kadar kırılmamıştım dizi izlerken. içime oturdu. nitekim yıllaaaaaaar sonra alex kingston son bölüm için röportaj verirken (evet konuk oyuncu olarak geldi, çoğu ekip geldi, işte bu kadar muhteşem insanlardı bu insanlar) o bölümü sordular. sormayın ikimiz için de çok zordu dedi. gözleri doldu, sesi titredi. neredeyse ağlayacakken bunu kesseniz iyi olur dedi alex. ah bebişim, bu kadını çok seviyordum ben yahu. ama o röportajla birlikte alex olarak da bayıldım. nitekim sonradan doctor who kamera arkalarını izleyince haklıymışım dedim, çok tatlı çok komik bir insan. a bir de ingiliz hasta ralph fiennes'in eski karısı. neyse. geliyorum ben en son bölümüne ER'ın. son bölümde bir kadın doğum yapıyordu. bir çocuğunu doğurdu. derken ikincisini de doğurdu sanıyorum. ikincisini hayal etmiş olabilirim. aile bebekleri kucağına aldı, çok sevindi. çünkü bebeklerin durumu çok kritikti. sonra kadından haber geldi. kadın ölmüştü. ve derken kamera ER'dan çıktı. ER, tıpkı en başından beri olduğu gibi mutlu sonları savunmadı, gerçek, yaşayan bir dizi efsanesi sundu bizlere. onu yaratan adamın Jurassic Park'ın yazarı olduğunu düşünürseniz ne kadar farklı, gerçeküstü ama hayatın içinde bir dizi olduğunu belki sezersiniz.

bir başka bahsetmek istediğim dizi de x-files. aman yarabbim bu dizi benim cidden yüreğime indirmiştir korkudan. pazar akşamlarının vazgeçilmeziydi bi zamanlar. öyle bir dizidir ki izledikten sonra kalkıp yatağıma gidemeyecek kadar korkutmuştur beni. kanseri hissedip onu yiyen adamlar mı istersiniz, uzaylılar mı (mulder bir gün bir uçak enkazına dalıyor. tabi heryer karanlık. feneri uçağın içine bir tutuyor ki, orada bir uzaylı cesedi aaaaaaaa!) istersiniz, yok uzaylı kaçırması, yok bilmemne otopsisi, insan yiyen topraklar, içimizde gezen yaratıklar, mekanik hamamböcekleri. oyoyoyoy ne kadar korkutucuydu. ve inadına izledim yani bu derece. scully'nin mal gibi tek başına kendi başını belaya sokmaları, mulder'ın felsefik saçma sapan yorumları filan hepsine tanık oldum. sonra mulder'ın cenazesini gördüm yahu ötesi yok. derken agent dogett (böyle mi yazılıyordu) geldi (terminatördeki kötü yaratığı oynadıydı bu adam). scully doğum yaptı filan. of daraldım. bak bir de mulder'ın cesedini bulduklarında scully'nin çığlıkları efsaneydi. kadın ne üzüldüydü yahu, içim parçalanmıştı. neyse efendim burda bir de bilgisayar dahisi adamlar vardı, ve sigara içen adam. hay geberesice. bu adam ne boktur tam çakamadım hiç bir zaman. yani oturup diziyi en baştan izlemek lazım da takatim yok yeminlen. aaa bir de şu açıdan kızgınım bak. mulder'la scully'nin arasında birşey olmaması! lan bi öpüşüp sevişemediniz be 39645656 yıl boyunca. peh! finali izlerken cansuyla baygınlık geçirdik artık bu durumdan. ama truth is out there söylemleriyle yine de televizyon seyircisine bambaşka bir bakış açısı kazandırmış bir dizidir bu. an gelip bölüm bittiğinde, en sonunda chris carter yazdığında nasıl yani diye kalakalsak da, sinirlensek de, merak etsek de türünün ilk örneğidir. takdir etmeden geçmemek gerekir.

ve şimdi hakkında yazması en eğlenceli dizime geliyorum. bu diziyi lise hayatıma başlamadan önce sadece bir kez izledim aslında. hani vayy protestooo, izlemiyorum diye değil, digiturk yoktu evde, bir tatile gittiğimizde otel odasında yakalamıştım. aman tanrım durduğum yerde kahkahalarla güldüğümü hatırlıyorum. sonra ilk kez lisede izledim. en başından hem de. liseyi yatakhane ortamında yaşayan şanslı biriyim ben. ilk izlediğim zamanı hatırlamıyorum. ama bir furya ile sezon bir bölüm birden başladık biz izlemeye. artık o kadar çok izledik ki, bölümlerin adını ezbere biliyorduk. ama final döneminde, sınav döneminde, hafta sonu sabahlara kadar oturup muhabbetler ettiğimiz, film muhabbeti yaptığımız gecelerde bu dizi benim hayatımın vazgeçilmezi oldu yine de. sezon 3 ve 4 sanki biraz arada kaynamış gibi gelse de bana, sanıyorum ki her bölümünü en az birer kez izledim. kaç kez izledim bilmiyorum, cidden 20'yi bulmuştur. bu dizi ki arkadaş grubunda birkaç kişi dedikoduya oturduğumuzda ay tam bizim ekip gibi olduk deyip diziye referans yapılan dizidir. candır. sex and the city'dir :) bence sevgili dizimin bu kadar çok sevilmesi, başarılı olması, tutulması, tekrarlarının bile milyonlarca kez izlenmesinin sebebi söz konusu 4 kadının karakterlerini üstüste koyduğumuzda ideal kadın profili elde etmemiz. bir düşünün: kararsızlıklar yaşayan carrie, aşk arayan charlotte, kariyer isteyen miranda ve cinsel tatmini merkeze oturtmuş samantha. hepsi aslında bir kadının 4 farklı yanı. herkes kendisinden bir parça bulabiliyor onlarda. herkes onlarda bir parça bulabildiği için de filmleri kötü de olsa izliyoruz. 20 kere 30 kere durmaksızın izliyoruz. zevk alıyoruz, üzülüyoruz, ama bırakamıyoruz aman bi cümle daha duyalım, bir cümle daha tarihe geçsin diye.