01 Ağustos 2012

[28 Temmuz 2012, Barcelona.]

Bugun oglenlere kadar uyuyup miskinlik yaptiktan sonra gozlerimizi parc guell'de actik. Gaudi'ye omru boyunca destek veren sehrin en zengini guell ailesi kendi aileleri icin bu parki tasarlattirmis gaudi bey'e. Gercekten de cok cok guzel bir yer. Sicaga ve inanilmaz kalabaliga ragmen sutunlara, tepedeki bilimum mozagiye, gozunun alabildigine barcelona manzarasina ve parkin girisinin iki yanini sarmis iki binaya surekli bakasin geliyor. Hatta o kadar ki en tepedeki dunyanin eeeen uzun kaldirimi zayif kaliyor desem yeridir. Neyse efendim burayi gordukten sonra sehir merkezine indik. la rambla diye bir caddesi var buranın [dikkat: bilgisayarda tamamlamaya başladım gezi notlarını, hemen harflerde bir düzeltme olmuştur fark edenler için.] tabiri caizse buranın şanzelize'si. evet, arnavutköy'de demirli bu tekneye de referans vermeden edemiyciim. ne diyordum, la rambla buranın champs elysées'si oluyormuş. ama bence daha güzeldi. hani paris'in o muhteşem caddesinin araç trafiğini azaltın, ortayı ful yaya yolu ve kiosque yapın, bir de ressamlar ve biblocular magnetçılar tadında onlarca minik dükkan ekleyin. işte la rambla beni benden aldı böylece. tam bir alışveriş cenneti olmasıyla değil hayır, pina colada'lı, karpuzlu dondurmasıyla, minik cafe de l'opera'sıyla (her gittiğim dünya şehrinde de bir kafe ediniyorum efendim evet.) opera binasının vitrinindeki minik dürbünlerle veeee cadde sonuna geldiğinizde sizi karşılayan "kordon boyu" ile bayıldım ben buraya. zaten bir öncek gün titanic'i ziyaret ettiğim museo maritim'e de bu caddeden inmiştim, ay amaaan, otomatikman sevdim ben burayı zorla değil ya! sonra efendim başladı benim deniz sevdam. ne mi yaptım? akvaryuma indim. indim demiyeyim, göç ettim. koça bir marinayı geçtim, köprüler bitirdim. resmen uzakmşış ama pes etmedim. fotoğraf çeke çeke, martılarla bakışa bakışa, teleferiklere bakıp hayret ede ede (ulen yükseklik korkum var galiba benim) güneşin kontur geçtiği şehrin silüetine hayran olarak ilerledim. akvaryum da ekstrem bir şey yoktu işin doğrusu. ama devasal akvaryumun camekanı altında durup, ayağımın altındaki bantın kaymasıyla balıkları izlerken karşımdan geçen devasal köpekbalığı beni tam anlamıyla benden aldı! eğer yanımdan geçerken şöyle bir kafasını çevirip bana baksaydı, cidden oracıkta bayılırdım, anladım, en derinden hissettim bunu. meğersem onların ömrü boyunca dişleri çıkar, olgunlaştıkça dışa doğru bir akordeon gibi açılır uzarmış. şu an a chill coming down my spine'ı hissedebiliyorum evet. neyse efendim bilimum vatoza köpekbalığına hayran hayran bakıp spielberg'ciğimin kulaklarını çınlattıktan sonra geldim minik timeline kısmına. bir dakika buraya gelmeden diğer yaratıkları da anlatayim: ahtapotlar. allahım siz ne çirkin şeylersiniz yeaa? gerçekten yemeyeceğim bir daha. vıcık vıcık sularda süzülmenizi görmesem iyiydi. sevgili clownfish a.k.a nemo, seni de gördüm ya digiturk dışında bir yerde, ölsem de gam yemem. hatta nemo diye çığlık attığım an yanımdaki adamın bana dönüp "I guess you've finally found it" demesi unutulmayan anlar arasında üst sıraları zorladı. keşke daha genç olsaydın bey abi. göç eder kalırdım ispanya'da bu minnoş esprinin üzerine, aah ah. aaa bir de bak not almışım,cuttlefish mevzusunu. bir önceki akşam yediğimizden bahsettiğim minnoş şey cuttlefish'miş. şimdi sözlüğe baktım, mürekkep balığı oluyormuş kendisi. valla çok pişman oldum çok tatlı yaratıklarmış güplettik valla. artık affola. neyse efendim geliyorum timeline kısmına. burada denizaltındaki eşifler tarihçesi gibi bir köşe yapmılar. titanic'i bulan alvin ve snoop dog (yanlış hatırlamıyorsam buydu adı) adlı minik robotun resmi bile vardı. beheeey, titanic heryerde karşıma çıkıyor! tabii ki de binlerce fotoğrafını çektim. neyse çıktım akvaryumdan, dostlarla haberleştim ve karnımda müthiş bir ağrıyla (metafor değil yahu, cidden ağrı) turistliğimizin doruğu olan hardrock'a geldik. madrid hard rock'ta alamadığım tadı burada sevgili joe perry'nin gitarını görünce sanıyorum bir saniyede aldım. öyle bir yemek yedik ki aman yarebbim, gece boyu yiyemedik zaten. (ben arada bir ağrı kesici yuvarladım btw oooh). sonra kalktık oradan ve elimiz kolumuz poşetlerle dolu olunca b ile otele geçtik, a'cığım bizi orada bekledi. otel dönüşü, barcelona ve ispanya'daki son gecemizin son dakikalarına girdik efendim.

önce çıılgın bir shot bar'a girdi ekip, ben de girdim ama o kadar sıcaktı ki duramadım itiraf ediyorum. zaten ağrı kesicilenmiş, güzelleşmiş kafam bir de alkol alsaydı sanıyorum ispanya'da toprak olurdum. sonra oradan çıkıp en meşhur meşhur meşhur bilmemne caddesine gittik. bildiğimiz barlar sokağı. hakikaten de güzel bir yerdi hakkını yememek lazım, ispanyollar eğlenmeyi biliyor tezim bir kere daha ispatlandı. birkaç yere uğradıktan sonra bir şarap evinde mola verdik, sahibiyle muhabbete başladık. aman ingilizmiş bu abla. ingilizce konuşan birini bulabilmenin garip sevinci muhabbete oturduk, şarap dedikodularını aldık. sonrasında ise tam şu cümleleri not almışım:

"Bir sarap evindeyim. Tam karsimda kapi, kapinin disinda iki dost, icerde bir masada kadehler, sampanya sisesi garsonun elinde, katedral meydaninda sakalasiyoruz. Arkada kapanan barlarin kepenk sesleri var, uzaktan gelen kahkahalar ve karisan onlarca dunya dili, barcelona'ya veda ediyoruz."

otele döndüğümüzde valizleri toparladık -gerçi topluydu ya, yine de son uykuya yatmak istemedik sanıyorum- ve son bir saatlik uykuya yattık. saat altıda tekerlek döndü ve barcelona'ya gün doğumunun hemen sonrasında bir otobüs penceresinden son kez bakıp uykunun kollarına attım kendimi.