01 Ekim 2012

[Levent Yüksel - Medcezir.]



insan nefesini tutarak kendini öldüremezmiş çünkü yaşama içgüdüsü ağır basarmış vücudun. aklını düşman belleyip sıfırlarmış da, sen gözlerini baygınlıktan dünyaya açarken, ne oldu bana böyle diye soru sorarken bulurmuşsun kendini. çok sevdiğim bir dizide tüm insanları hipnoz edip çatıya toplayan bir düşman klan vardı. herkes insanları öldürmesinler diye bu klana yalvarıyordu. çünkü bu klan bir düğmeye basmaya karar verirse, tüm insanlığın ölmesinden korkuyorlardı. sonra dahi adam geldi, o kocaman kırmızı düğmeye bastı. ben dahil herkes çığlık attı. ama insanlar atlamadılar. dedim ya, yaşama içgüdüsü ağır bastı. kimsenin zoruyla, hipnoz etkisi altındayken bile atlamaya razı olmadılar. işte tüm bu anlattıklarımı bir düşünün. o çılgın içgüdüyü...

geçenlerde müzik dinlerken, çok sevdiğim bir albümün her şarkısına eşlik ediyordum. o anda fark ettim ki benim her şarkı için söyleyecek kelimelerim var. üstelik birikmiş kelimeler bunlar, biriktiklerinin farkında bile olmadığım kelimeler. hani bir şarkıya eşlik edersiniz ama durup düşünmedikçe sözleri anlam ifade etmeyi bırakır ya, aynen öyle, bir an için anlamları kaybettiğimi anladım. sonra anılarımda saklanan kelimeleri ortaya çıkarmaya karar verdim. yazdım, yazdım, yazdım... gün içinde koştursam da, uykusuz olsam da, yorulsam da yazdım. çünkü bazı içgüdüler vardır. önlerine geçemezsiniz. yorgunlukla teste tabii tutulursunuz mesela, o kırmızı büyük düğme uykusuzluk oluverir bazı geceler. ama düğmeye basılsa dahi, o çatıdan atlamazsınız. 

içgüdünüzü dinleyip, yazmaya oturursunuz....


[01]

hep derler hani, sen plan yaparken tanrı gülerek seni izlermiş.

bu cümleyi hatırladım düşünürken. gülümsemedim ama genelde böyle minik minik cümle ayrıntıları beni gülümsetir, bu sefer gülümsetmedi itiraf edeyim. düşündükçe karardı içim. ama öyle dünyanın sonu kararması da değil. daha ziyade çok büyük söz söyledin dilini ısır tadında bir karaltı büründü içime. dreamsworks pictures gibi, bir köşeye oturdu da olta attı içimdeki denize. onursuz olmasın. boyun eğmem. eğilmem. yenilmem.

sen plan yaparken kalbin ne yapıyor diye soracağım ama, sanırım hepimiz biliyoruz.


[02]


tıpkı perfect storm'daki gibi bir sahne anlatacağım şimdi.

iki tane fırtınanın birleştiği hattın tam ortasına yelkenlerini savura savura ilerleyen muhteşem bir gemideyim. yoo, kimseyi geride bırakmadım. yalnız da kalmadım. bunu bir fizik deneyi gibi düşünmeli. bu sahnede dünyaya geldim. sevdiğim şeylerle, okuduğum kitaplarla, korkularımla tam bu an dünyaya geldim. öncesi yok, sonrası da olmayacak gibi görünüyor yaklaşan fırtınaya bakılırsa. ileriye bakıyorum. müthiş bir dalga büyümeye başladı. gemim o dalgayı aşamayacak. onu aşsa, diğerinde boğulacak. sonum burada olacak, çok öncesinde anlamışım artık. o müthiş su duvarına bakıyorum tam karşımda büyüyen. rüzgar uğulduyor kulağımda. tıpkı filmlerde izlediğim sahnelerden biri gibi, karşımda poseidon himself duruyor adeta. hortumlar birbirine karışıyor. doğa, tüm oyunlarını, tüm vahşetiyle sergiliyor gözlerimin önünde.


böyle bir sahneye tanık olsam o müthiş görüntüye hayran olur muydum?


yoksa korkar mıydım son dakikalarımda?


insan, katilinin en korkunç yüzüne böyle sevgiyle bakabilir mi?


vazgeçilir gibi değil dedikleri...



[03]


bir filmi bin kere izleyip, bin birinci seferde bambaşka bir özelliğini fark ettiğiniz oldu mu? bu rhetoric bir soruydu bu arada. umarım fark etmişsinizdir. yoksa fark etmediğiniz için ayrı, bir filmi bin kere izlemek kadar keyifli bir mertebeye varamadığınız için ayrı kızarım.

yukarıda sorduğum sorunun bir benzerini yaşadım biraz önce. her zaman ilk melodisiyle beni gülümseten bir şarkının sözleri arasında gizli anılarım varmış da fark etmemişim resmen.


sıcak bir yaz günü, yeditepelerden birinde, saçlarımı savurarak yürüyorum. aklımda minik hediyeler var. yüreğimde hasretin başlamadan kanıma karışmasından mütevellit bir tekleme mevcut ama Scarlet gibiyim, bunu o an düşünmüyorum.


Düşünüyorum ki mesela, minareler seslerin gökyüzüne yükselmesi için mi? bağırsam bağırsam bağırsam yeterince anlatabilir miyim aklımdakileri? yoksa aynı minareler gökyüzünün gözyaşları da bir avluya mı akıyorlar usul usul? o avluda otursam, fırtınanın gözünde huzur bulur muyum? yoksa ölümüm gökyüzünün gözyaşlarından mı olur? 


tüm bunları düşünmüyordum o an. scarlet gibi değil üstelik. aklıma bile gelmiyordu.



[04]


efendiiiiim, yüzyıllardır karşı cinslerin birbirine atmaktan vazgeçemediği çamurun notaya büründüğü yerdeyiz! tabii garip bir third person anlatımı olacak şimdi.

y: hiç mi üzülmedin, sızlamadı mı için, halimi düşünmedin mi?


x: [burada tabii üzüldüm, kırıldım, sen beni düşündün mü hıaa, bıdı bıdı, gıygıy, vıyvıy yorumları girmek isterdim ama böyle boooş boş boş boş yazışmaları yazıp da tatlı canımı yoramiyciim. sayın okur bu noktada x ve y'nin aynı şeyin laciverti argümanlara imza attığını anladı diye ümit ediyorum.]


STFU diye vurasım geliyor ikisine de. troy'dan gelsin: even enemies can show some respect.



[05]


bir şehirde yaşamış olmanın kıstası nedir? belli bir süre var mıdır mesela? 1 aydan az yaşadıysan, orada yaşadım deme hakkına sahip misin? yoksa altı ay evden çıkmadan yaşamak, orada yaşamak mıdır? minik pub'ları bilmek midir orada yaşamak? yoksa barmenin seni tanıması mı? her sokağı bilmek midir mesela? yoksa her sokağın adımlarını tanımış olması mı? sevgilinin seni beklediği yere gitmek nasip olmazsa, sen orada yaşamamış mı sayılıyorsun? yoksa sokağın kenarına oturup gözlerin dolu dolu boşluğa bakıp ağlaman mı lazım? dostların koluna girmiş yürürken, kahkahalar savurmadığın bir hava, solunmuş sayılır mı? nedir kıstas, belirli mi?

yıllar önce okuduğum o şiirdeki beni gülümseten kuytu sokak hikayesi midir o şehirde yaşamanın özeti? yoksa o hikayeyi unuttuğunu defalarca tekrarlamak mı kendi kendine?


seni değil ama, yaşadığım şehri seviyorum.



[06]


gidince dönüşü yokmuş. ateş sönünce, bir daha tutuşmazmış. ışık söndüğünde kalbin yanar kavrulurmuş. ve baharlar geldiğinde, bir daha asla eskisi gibi olmazmış.

üşüdüklerini sanmıyorum. tam tersi, sonsuz bir ısı yayıyorlardır orada. öyle bir ısı ki, buradan bile hissediliyor.



[07]


çocuktum. ama çok net hatırlıyorum. yemek yemeye gittiğimiz o yerde mahşeri bir kalabalık vardı. öyle bir kalabalık ki, kalabalığın neden toplandığını anlayamıyordum. sonra herkes çil yavrusu gibi dağıldı, hemen arkasında kalabalık gökyüzüne çıktı. 

arabanın bagajından çıkardığım özgürlüğümü rüzgara açıp tüm hızımla koştum. ipler ellerimi kesse de koşmayı bir an bile bırakmadım. ipleri saldıkça, özgürlük göklere çıktı. ışıklara karıştı. tıpkı pers ordusunun karşısındaki spartalılar gibi, gökyüzü öyle doluydu ki ışığı göremedim önceleri. ama sonra gözlerimin kamaştığını hatırlıyorum. 


etrafımdakilere baktım. iplerim onlara dolansın istemedim. tıpkı onların da beni ve diğerlerini süzüp ürkek hareketlerle ipi çekip bıraktığını gördüm. kendi aramızda, tanımadığımız insanları korumak üzere yaptığımız o sessiz anlaşma yıllar sonra düşündüğümde ne başka, ne özel bir anlaşmaymış şimdi anlıyorum. 


o bir avuç sevgi için bin bir kelimem var aslında. ama annemin elinden aldığım sevgiyi anlatmaya kalkarsam gözyaşlarıma hakim olamayacağım kesin. bu yıl yaşadığım şeyler esnasında en çok duyduğum söz de bu, boş yere ağlama, ağlanacak şeyin olur sonra ciddi ciddi. o yüzden yazmayacağım.


şu düşüncem de kayıtlara geçsin: şarkıyı dinlerken arka fonda bambaşka bir dostun sesini duymak ne güzel!



[08]

en sevdiğim insanların adını, en sevdiğim kalem yazmış, en sevdiğim nota çalmış. onlardan biri dağlasa da içimi, hep bana el sallıyor, kıkır kıkır gülüyor hem de utanıp, diğeriyse aaa aaa üstüme iyilik sağlık diyor. şarkılar, sözler, balkonlar, çay bardakları, kokular, sürmeler, eşarplar, pötibör bisküviler can yakıyor da, bu şarkı yakmıyor. öpüp başıma koymak ne demek, sırça köşkte saklıyor, başucuma koyup tapınıyorum. çok yaşasın.


[09]


aman tanrım kendini vuracak!

diye korkmuştum ilk kez dinlediğimde. meğersem beterin beteri varmış, yollara vurmak azabın ta kendisiymiş. 


smeagol'dan gollum'a dönüşmek mümkünse bu şarkıyla mümkün. kimse almasın onu benden. saçma sapan versiyonlar yapmasın. söylemesin bu adamdan başka. dokunmasın. okumasın. yazmasın bile.


bize dinleyip dinleyip alışmak kalsın en kötü ihtimal. parçalarımızı toplayalım mesela. yeter ki kimse dokunmasın bu şarkıya.



[10]


- Vous jouez avec votre vie !
- Et alors ?! Il faut bien jouer avec quelque chose ! 


daha nooluyor marcel'e derken edith olduğu yerde yığılıp kaldı, ben ayağa fırladım nasıl ya diyerek, sonra yukarıdaki diyalog geçti ve ben, 11 saniye içerisinde edith piaf'a hayran oldum. bu kadar acı, bu kadar hüzün, bu kadar kayıp ve bu kadar hastalık içerisinde tüm sıcaklığıyla aşkı yaşamaya karar veren bu kadın fragmanla beni salladı geçti. sonrası ise edith piaf şarkıları seansı, filmi yayma propagandası, oscara geri sayım, marion'la beraber ağlayış, her filmini takip ediş, batman'in son filminde bile batman'i değil, onu destekleme hissiyatı. müthiş bir 11 saniyeydi evet o 11 saniye!!!

neden bu kısmı tekrar kısa özetle geçtiğimi soracak olursanız, size tüm bu hislere sebep olan ve filmin sonunda çalarak beni benden alacak kadar ağlamama sebep olmuş şarkının kuzenini anlatacağım birazdan, o yüzden bir ön tanıtım geçiyorum sayılabilir.


yahu şarkının kuzeni mi olur?


var efendim. önce o şarkıyı yaşıyor insan. yavaş yavaş adımlarını atıyor miladından sonraki dünyaya. başı dönüyor, tutunuyor elinin uzandığı her yerlere. sonra dizleri titriyor sadece. sonra ise dizleri titremeden ilk adımını atıyor. barışıyor, korumaya başlıyor kendini. harap etmiyor artık. ümitle başlıyor. umutla doğuyor. öyle çocuk korosunun söylediğine bakmayın, o şarkıyı yaşayabilmek için büyüyor kendi içinde. ve en son sonra edith piaf mertebesine çıkıyor. ya da çıkamıyor. ama çıkmaya çabalamak bile güzel derler. ne diyorsunuz?