21 Ekim 2012

[The Skin I Live In.]


bambaşka bir filmden daha bahsedeceğim şimdi. saatleri ayarlayıp denk getirilen filmlerden bir diğeri bu. diğerinden bambaşka, ama bir o kadar çarpıcı. öncelikle preliminary comments gelsin efendim.


sadece adı bile bir şiir gibi okunan bir adamın filmlerinin güzel olacağına inanmıştım Almodovar'ın ilk filmini izlemeden önce. yoo, onun ilk filmi değil, benim ilk almodovar filmim. volver'i izlemeye başladığım dakikalarda penelope cruz'dan hiç haz etmeyen, almodovar'ı sevmeye meyilli biriydim. film devam ettikçe hem ürperdim, hem duygulandım, an geldi ağladım, hatta yalnız değilsiniz biz buradayız diye sarılmak istedim tüm karakterlere. film bittiğinde, penelope cruz'a şapka çıkarmış, almodovar'ın her filmini sorgusuz sualsiz izleyecek kadar kendisine hayran olmuştum. üstelik bu hayranlık daha penelope volver'i söylerken başladı, filmin sonunu dahi bekleyemedi. annesi arabanın arkasında yatıp ağlarken, ben kahroldum ki ne kahroldum. neyse efendim, filme başlarken aklımdan geçen düşünceler bu şekildeydi. gelelim diğer önemli yoruma.

antonio banderas: allahım ben bu adamın hastasıyım yarabbim! böyle bir adam daha dünyaya gelmedi bence. tamam, gerard butler'ı seven, ya da başka başka oyunculara hayranlık besleyen biriyim. ama hiiç kimse bir antonio değil yahu! hatta hepsini çarpıp üssünü alsan yok mümkün değil. hani ikonalarda isa'nın başının etrafında bir hale olur ya, maşallah antonio'cuğumda tüm vücut haleler içerisinde o derece. ha tabi bunu buraya yazarken de hiç utanmam tabii ki. adam desperado'dan, zorro'ya, original sin'den, evita'ya, take the lead'den frida'ya shrek'ten phantom of the opera'ya muhteşem! hatta muh-te-şem! o yüzden, bu filmde psikopat doktoru oynayacağını duyduğumda resmen kendimden geçtim. bu gerçekten çok yummy bir casting olmuş dedim. ve nitekim, haksız çıkmadım ooh.


gelelim filmle ilgili yorumlaraaaaaa.


ilk yorumum şu olmalı: biutiful'dan sonra öyle sarsılmıştım ki, çok şükür o kadar dağılmadım bu filmden sonra.  ama bu film de bambaşka vurdu o ayrı. film başladığında bir süre "nasıl yaa?" "nasıl yani?" "hoop nooluyor orada?" tadında yorumlarla geçti. izlerken kendini yerleştiremediğin, ipin ucunu kaçırmışsın gibi bir his veren hikayenin ortasında buluyorsun. sanki içki masasında bir sohbet geçmiş de, sen o sırada tuvaletteymişsin ve artık senin için çok geçmiş gibi. sonra bu nasıl yani'ler yerini "neden ya?" "kimsin ya sen?" "ne yapıyor bu be?" tadında yorumlara bırakıyor. işte tam bu noktada almodovar sazı alıyor eline. yıllar öncesine gidiyoruz. tüm hikayelere tanık oluyoruz. üstelik bu tanık olmalar evin dışından pencerelerin buğusu arasından izleyerek bir tanık olma da değil. tam tersi, olay mahallinde buluyorsunuz kendinizi. mesela...


arabadaki yangını biraz olsun canlandırmıştım hafızamda. kadının ne hale geldiğini de kestirmiştim yıllar yılı izlediğim tüm dizilerim sağolsun. ama pencereyi açıp kızının çığlık atmasını beklerken elim yüreğimde, camda kendi yansımasını görmesi çok ağır oldu be pedrocum. kendini camdan aşağı atmasını bekliyorduk, biliyorduk, ama kızının buna tanık olması daha da ağır oldu be pedrocum. olmadı yani. kalp kırdın... üstelik o şarkının muhteşemliği, bende ikinci bir remedios etkisi yaptı. o kadar güzel bir şarkı, böyle acı bir sahneye nasıl müzik olur? işte böyle oldu. çok güzel, ama çok acı oldu be.


devam ediyorum minik kızımızdan hikayeye. ay allahım bu kadar çile bir çocuğa yeter diye yakamı parçalayasım geldi. zaten o akşamki düğündeki diğer insanların kıyafetleri ile kızımızın o pembiş kazağını aynı karede görünce bir terslik sezdim. ama o hikayeyi doktorların açısından bir kere daha ikinci yarıda gösterip cuk diye döngüyü tamamlamak genius olmakla birlikte tüyler ürperticiydi. bana super nova'da tanık olduğum o korkunç sahneyi hatırlattı. ışıklara, evrenin gizemlerine boş gözlerle bakan kayıp gitmiş o boksör çocuk bir kere daha geldi omzuma oturdu, çöreklendi içime. antonio'nun kızını yine o pencerenin altında bulduğu anki çığlıklar kulağımdan silinmeyecek. o çığlıklar hafızamda yer edindiği gibi, kızımız kendini dolaba kapatırken antonio'nun ama ben onun babasıyım dediği anki kalbimin kırıklığı bir süre daha geçmez herhalde. bir insanın sevdiği birini korumak için ondan uzak kalmaya çalışması, en kült korku filmlerinden de korkutucu gelmiştir hep bana.


geliyorum filmin bambaşka chapter'ına. vera...


vera'yı ekranda gördüğüm ilk an, kendisini ecstatic beauty itself olarak tanımladım. yıllar önce gittiğim bir cem boyner sergisi geldi derhal aklıma. o fotoğraflar arasında büyülenmiş gibi gezerken anlamıştım ki, deklanşöre basmakla yaratamıyorsun fotoğrafı. benimsemedikçe, sevmedikçe yaptığın işi, fotoğrafların eğreti çerçevelerden başka bir anlam ifade etmiyor. ama eğer gönül verdiysen bu işe, çerçevelerinden sana bakan gözlerden kaçmaya çalışırken buluyorsun kendini, ya da denk getirip göz göze gelmeye çalışırken. işte filmi izlerken bunu düşündüm. pedro almodovar kadın ve erkek çıplaklığını özümsemiş ve nasıl yansıtacağını çözmüş bir yönetmen. üstelik sadece film yönetmeni değil, görüntü yönetmeni yanı da var, aksi halde an gelip böylesine huzurlu, an gelip gergin, an gelip gerginliğin ötesinde bir diken üstündelik hissiyatı sırtımdan soğuk terler olarak süzülmezdi. on üzerinden on bir yüz bir ve bin bir puanım kendisine gidiyor şu an sayın seyirciler. neyse efendim geliyorum vera'ya. kendisini filmin başında yaşadığım nasıl yani, hoop, neden sorularıyla tartarken, filmin ikinci yarısında o sazı eline aldı, beni sallayıp geçti! önceleri vicente'nin karanlık bir mağarada yaşaması haz verdi bana kelimenin tam anlamıyla. hele ki antonio ama ben onun babasıyım derken baktığı gibi bakınca, içimdeki tüm hüzün zerreleri aynı anda öfkeyle patlayıp beni kontrolü altına aldı. kelebeğin kanat çırpışı gibi, herkesin ufak hareketlerinin devasal etkilerinin olduğu bu çılgın dünyada, onun bir yerde çilesini çekiyor olması mutlu etti beni. açık açık söylüyorum. ama ne zaman ki o ameliyat masasına yattı, her jeton düşüşümden önce olduğu gibi, filmi durdurdum aman tanrım diye çığlık attım ve 3 saniye sonrasından onu nelerin beklediğini izlemeye başladım. allak bullak oldum sayın seyirciler. antonio'ya olan daimi sevgim ve hayranlığım, robert'e acıyarak bakan yüreğim, beni en zayıf noktalarımdan biriyle vuran kızın kulağımda çınlayan çığlıkları bir yanda, kendi bedenini kontrol etme hakkı elinden alınan bir adam için hissettiğim tüm üzüntü, umutsuzluk, çaresizlik bir yanda kalakaldı. taraf değiştirdim. ve aynı anda taraf değiştiremedim. zavallı vicente... hatta zavallı izleyici demek istiyorum şu an. tıpkı hillary swank'i boys don't cry'da izlerken salona giren arkadaşımın aa ne hoş oğlan demesi gibi, vera'nın ecstatic beauty'sinin karşısında şoklardan şoka giren bir zavallı ben. chanel fondotenler aşağıya inerken ürperen ben. duvardan duvara gün be gün herşeyi hatırlamak için yazı yazılırken fenalıklar geçiren ben. kaplan'ın dan diye evi basıp vera'nın üstüne atlamasıyla çaresizlikle bekleyen ben. başımdan aşağı kaynar sular halinde dökülen, filmin başından sonuna her repliğin birbirine bağlandığına tanık olan ben. başım çok ağrıyor, hoşuma gidiyor, ama bir yandan da duvarlara vurmak istiyorum. hatta bu çılgın kafaları yaşarken kendime soruyorum: bu filmin teması neydi diye.ama bu soruya cevap vermem için biraz daha yazmam gerekli vera'yı. filmin en kilit sahnesi neydi? tabii ki olayların akışını değiştiren sahnelere yapmıyorum bu referansı. öyle bir çok sahne vardı elbet. ama bence en kilit sahne vera'nın vicente'yi gazetede görmesiydi. yıllar önce okuduğum hikayede beni dakikalarca ağlatan bir cümle geldi o an aklıma. one tiny piece of metal diyordu öykü, one tiny piece of metal destroy everything. o minicik kurşun alternatif bir dünyada bambaşka bir insanın canını aldığında, acısından dünyanın sonunu getirmek isteyen willow, kendisini durdurmak isteyenlere, seni seviyoruz yapma diyenlere "it's not enough" diyerek ripped my insides out. işte tam da bu sahnede bu cümleyi düşündüm. düşününce one tiny piece of paper, destroyed everything. daha doğrusu bu biraz böyle yansıtılmaya çalışılmıştı. ama bence vicente asla ve asla intikam planından vazgeçmedi. söz verse de, vermese de, sevse de, sevmese de, intikam geri planda hep bakiydi onun için. o yüzden sorumun cevabına gelirsek, intikamdı bu filmin ana teması. ama dosdoğru bir intikam değil. bu yorumlar arasında bilimum greek komplekslerine değinmedim, hepsinden birer kuple vardı kabul, ama eşe duyulan hastalıklı bir aşkla (vera'nın yüzünün kime benzediğini unutmuyoruz öyle değil mi?) karşılıksız ebeveyn sevgisinin (vicente'yi bu yüzden hapsetmedik mi?) moulin rouge'da müthiş bir şekilde  "First, there is desire. Then passion! Then, suspicion. Jealousy! Anger! Betrayal! When love is for the highest bidder, there can be no trust. Without trust, there is no love. Jealousy! Yes, jealousy...will drive you, mad!" olarak belirtildiği üzere, muhteşem bir karmaşaya dönüşen garip bir aşk halini alması çok ama çok güzeldi! hele de bu aşk hastalıklı  bir aşksa değmeyin keyfimize gitsin efendim, işte bambaşka film çekmek böyle olur çocuklar! aaa bu arada neden hastalıklı dediğime gelince, yani, en başında ailenin felaketi olan bu adama tapınmak, indeed hastalıklıydı, hiç itiraz istemiyorum!


şimdi gelelim ağzım sulanarak sonra bıraktığım o muhteşem son sahneye. benim için bu filmin sonu harikaydı yahu! kimisi yarım kalmış hissedebilir mesela filmin sonu geldiğinde, ama benim için öyle bir bütün oluşturdu ki... tıpkı mükemmel bir günün sonundaki gibi bir histi bende uyanan. elinde dondurmasıyla ağır aksak yürüyerek, yer yer durup gülümseyerek evdeki çocuklarına dönen annenin karşılaşacağı manzarayı düşünüp öyle çok ağlamıştım ki... o günü, o anı, o keskin sızıyı hiç unutamayacağım galiba. her düşündüğümde gözlerim dolu dolu kirpiklerimle kovuşturacağım gözyaşlarımı. işte o filmin sonu gibi, bu filmde de bu müthiş duyguyla sarsıldım. vicente'nin kendini tanıtmasıyla birlikte annesinin onu kabul edeceğini biliyorum. bin bir zorluğu da tahmin ediyorum. ama ona rağmen sarıldıkları an gözlerimin önünde canlanıyor da gözyaşlarıma engel olamıyorum.


çok teşekkürler almodovar. you made my day.