05 Kasım 2012

[Post Revolution.]

elektriğin olmadığı bir dünya. 

düşünmek istemiyorum.

ama düşünen düşünmüş ve muhteşem olmuş.

yeni dizim revolution'ı izledikten sonra ben de düşünmeye başladım. birazdan yazacaklarım dizinin bölümleriyle ilgili büyük büyük spoiler'lar içerebilir. o yüzden bu noktada okumayı bırakın sevgili dostlar. her zaman dizi yorumlarını yaparım ve böyle büyün spoiler yorumu koymam çünkü in a way it is self-explanatory başlıktan ötürü. ama yine de bu dizideki bazı şeyler öyle günlük ama öyle bulunmaz ve güzel ayrıntılar ki, cidden bozmak istemem o tadı sizin için.

geçenlerde sabaha doğru eve gelip bir duş alıp yatmak istedim. son derece basit bir istek. bir o kadar da önemli üstelik. ama elektrikler kesikti ve kombi çalışamadığı için karanlıkta hiiiç biryere ilişmeden mal gibi dikildim. taa ki ışıklar açılıp medeniyete kavuşuncaya kadar. işte bu andan sonra hemen ertesi gün, bana bol bol söylenen bu diziye başladım, bir oturuşta altı bölümünü birden hatmettim zaten.

aklıma gelen ilk şey şu. biz her şeyi ne kadar hafife alıyoruz böyle yarabbim. daha doğrusu neden böyle hafife alıyoruz? neden her zaman orda olması gerek gibi yapıyoruz? neden doğamızda birşeyler 'gibi yapmak' var? misal dondurma. ışıkların söndüğü o gece kızlarına istediğin kadar dondurma ye diye mathison ailesi beni çok zayıf bir yerden vurdu söyliyeyim. yani bu kadar basit bir şey. ama o çocuğun dondurmanın tadını bir daha asla bilmeyecek belki de hatırlamayacak yaşta olması düşündüğümden de derinlere indi. içime işledi.

peki ya fotoğraflara ne demeli? çocuklarının fotoğrafını i-phone background resmi yapmış bir anne düşünün. tüm elektrik sistemleri kapanınca çocuklarının yüzünü unutmaya başlıyor 15 yıl geçtikten sonra. düşünebiliyor musunuz? fotoğraflarımıza sahip çıkmamız gerek gerçekten. benim gibi dijital nesli reddedip hala siyah beyaz fotoğraf çekip, hala sonuçları görmek için film yıkamak zorunda olan insanlar, olmak zorunda. başka çaresi yok. yoksa herşey silinip gidiveriyor. bir dostun söyledikleri kulağımda çınlıyor şimdi mesela. alway back up the back up. ama düşündüğümde ne kadar çaresiz. back up'a bağlıyız. onu bağlayacak ekran olmadığında, kendimizi o 'kara kutu'ya bakıp dostlarımızı, sevdiğimiz şarkıları, bizi duygulandıran filmleri hayal ederken mi bulacağız? dilerim o gün bizi asla bulmaz.

düşünüyorlar mesela dizide, aman bu çocuğu nerde saklıyor olabilirler diye. düşün düşün bulamıyorlar. ama sonra adamın jetonu düşüyor. bankada. bankanın kasasında. obvious enough aslında. ama fark edemiyor. çok garipti o sahneyi izlemesi. para hiç bir şey ifade etmiyor. kıymeti olan bir kağıt değil bu revolution dünyasında para. aaron diyor ya hani, bankadaki 80 milyon dolarımı bir rulo tuvalet kağıdı için veririm diye. aynen o hesap. ya da bir bardak temiz su için karısına verebileceği. dediğim gibi, bazı şeylere sürekli anlamlar bahşedip, anlamları kıymete bindirmeye çalışıyoruz. çok garip. 

en çok nerden vurgun yedin diye sorarsanız diziyi izledikten sonra, sanıyorum maggie'nin hikayesi demek zorundayım. kadın çocuklarına ulaşmaya çalışıyor ve ulaşamıyor ötesi var mı? bizim zırt diye uçağa binip kilometreler aştığımız, otobüslerle tatile gidip, arabalarla kahvaltıya çıktığımız bilinen dünya sona erdiğinde kadın çocuklarını görmeye gidemiyor. çok mutsuz oldum çok. wonderful wizard of oz'un hikayesi okunurken o kadar çok ağladım ki... dorothy o kırmızı ayakkabılarının topuklarını birbirine vururken, kalbim gözyaşı olarak attı. mahvettin beni maggie. alacağın olsun.

maggie'nin o göl başında oturup ben'le tanıştığı sahneye de iki çift lafım var doğrusu. bana the constant gardener'daki ralph fiennes'in gittiği o göl kenarını hatırlattı. tessa'yı hatırlattı. 'tessa was my home' cümlesini hatırlattı. yönetmen hiç farkında olmadan başka başka kapılar açtı içimde, onun da alacağın olsun resmen.

hazır ulaşımdan bahsederken en baştaki o dehşetli ana da değinmek lazım. dan diye düştü uçak ya. ötesi yok. kağıttan uçak olsa daha mukavim düşerdi. o an anladım ve gördüm ki, ay yarabbim hiç bir zaman anlamak istemiyorum böyle şeyleri, uçağı 'düzgün'düşürmek için de mekanik bir güç kudret lazım. öteki türlü alabora. çok korkunçtu o patlama. dedim ya, tek kelimeyle dehşet aktı damarlarımda. 

geliyorum militia muhabbetine. cidden böyle birşey olacağına inanıyorum. bir güç vakumu tüm bilinen kontrol mekanizmasını elimizden bir şekilde alsa, elbet birileri doldurmaya çalışır bu boşluğu. üstelik miles bu sistemi kurma fikrini monroe'ya verirken ben onun ne yapmak istediğini anlıyorum. kimsenin yardıma gelmediği bir yerde, herkesten birşeyler alan bir güç, düzen getirebilir. ve aranılan bu yardım, getirilen düzenle ulaşabilir gerekli yerlere. ama bunu koloniler arası savaşa sürüklemek filan, bakalım, dizide bizi neler bekliyor. 

sondan bir önceki yorumuma gelirsek insanoğlunun çiğliğinden bahsetmek istiyorum doğrusu. hah, iddialı bir başlangıç yaparak dikkatleri çektim evet. şimdi bir daha baştan alayim cümlemi, çünkü esas söylemek istediğim bu değil. insanoğlunun çiğliği değil çünkü bizim tanık olduğumuz bu dizide. yemek bulamayınca birbirini öldürenler, birşeyleri gasp edenler, çadırda bir çifti vurup kaçanlar, bir adamı dövenler, bir çocuğun boğazına sarılıp yemek v ermezseni boynunu kırarım diyenler, yemekleri alanlar, yemeği alanları çekip vuran anneler. çiğlik yok bunda, bencillik var. koruma içgüdüsü var. açlık var. korku var. var da var. velhasıl dizinin insanın sınırları konusunda bizi getirdiği noktaya hayran oldum. daha çok flashback istiyorum evet.

son olarak şunu söylemeli: dizinin jeneriği bitince evolution yazıyor önce, sonra r harfi yanıyor ve revolution oluyor. izleyici olarak eletriğin kesilmesini, müzik dinleyememenin korkunç acısını, açlıktan ölen çocukları, yenilemeyen dondurmaları, asla görülemeyecek şehir silüetlerine üzülüp, blackout'un ne kadar korkunç olduğunu düşünürken jeneriğin bu şekilde bağlanması beni şaşırttı çok. sanki bu bağımlılıktan kurtulmadıkça evolution yaşanmayacak gibi çılgın bir önerge geldi aklıma. insanın bağımlılıkları olmadan gelişmesi -dikkat bağlılık demedim, bağımlılık dedim- mümkünse ve tarih boyunca haklar verilmemiş alınmıştır doktriniyle anlatılan devrim tarihini düşününce, insan düşünmeden edemiyor. mesela benim küçük kuzenim. onlara gittiğimizde, hatta yanında otururken dahi elinden psp'si düşmüyor. o oyunun o bölümü bitinceye kadar dikkatini çekmek mümkün olmuyor. tam da dizinin en başında gördüğümüz gibi. i-pad'de oyun oynayan daha büyük çocuk ve ekrandaki bugs bunny'i izleyen daha minnoş bir başka çocuk. elektrik kesilince ilk tepkiyi o koyverip ağlıyor işte. bilemiyorum, böyle düşününce benim, bizlerin çocukluğu daha iyiydi demekten kendimi alıkoyamıyorum sadece, hepsi bu. hani derler ya, 'herşey dozunda' bir çocukluktu bizimkisi, bağımlılık olmaksızın, ama bağlı.