06 Haziran 2022

[Gündüz Gürültüsü.]

verdiğim uzun aradan sonra klavyenin başına tekrar geçmeden önce uzun uzun tüm yazılarımı gözden geçirdim. çünkü yazmak, benim için biraz da kendini temize çekmek. geçmişteki ben'i izlemek bugünkü ben'in gözlerinden. farklılıkları görebilmek, tanımak, düşünüp tartmak ve çıkarımda bulunmak olmasa bile nedenini anlamaya çalışmak, nedenini hayatıma bağlayabilmek. 

işte tüm bu düşünceler içerisinde yazılarımı incelerken, bir yandan da yazmak istediğim konuları konu başlığıyla boş bir taslağa ekledim. ekledim ki, 4 yıldır zihnimin çekmecelerinde birikenler artık özgürlüğüne kavuşsun ve zihnim daha fazla taşımak zorunda olmadığı yüklerinden kurtulsun. not aldım: uyku düzeni ve erken uyanmak.

evet, yazmak istediğim ana konulardan biri kendimde gözlemlediğim erken uyanabilme yetisi. bu hissi son 2 yıl civarı yaşıyorum. sabahları alarm kuruyorum ama alarm çalmadan 15 dakika önce uyanıyorum. ya da mesela akşam vakti, saat 11.30 gibi uykum geliyor, salonda sızıyorum ve gece 2 gibi süklüm püklüm odama dönüyorum. bazen odamda uyurken, 4'te, sabah 7'de ya da enteresan bir şekilde gün doğarken uyanıyorum. yeniden yattığımda da, haftasonu 11'i görürsem uyanış saati olarak şanslıyım. genelde 9-9.30 hadi bilemedim 10 gibi uyanmış oluyorum. hey gidi bu uyku düzeni ben öğrenciyken neredeydi? sabahları sürünerek kalkıp, 30 tane alarmla bütün apartmanı uyandırdığım günlerin çilesi neden yaşanmıştı? öğrenciliğe kadar da gitmeyeyim, çalışma hayatımın başları, devamı, erken kalkış çilesiyle nasıl da ızdıraplı olmuştu sabahları. ama geceler öyle miydi? 

gece sessizliği. Kasım 2012'de yazdıklarım bu yazdıklarımın tam tersi. nasıl da mutluyum gecenin sessizliğinin tadını çıkarabiliyorum diye. şu anda da belki otursam oturuyorum gece vakti, sevdiğim bir dizi, film, hiç gözümde büyümeden izliyorum ama ah o sabahları, nasıl da erken kalkabiliyorum, asla çözemedim, anlayan beri gelsin. 

yaşlanmak mı bunun sebebi? sabah erken kalkabilmenin gururu, tam da bu yaşlarda mı yükleniyor insanın bünyesine acaba? sonraki 10 yılda, sabah erkenden kalkmaktan kötü mü bahsediliyor mesela? benim kendi ailemden duyduğum biz bu sabah 7'de uyandık sözlerine cevaben ama neden uyumuyorsunuz cümlesini ben de kendi çocuklarımdan mı duyacağım acaba?

çok garip dostlar. 10 yıl önce yazdığınızın tam tersi durumu yaşamak, üstelik tam ters hislerle. geceden vazgeçmeden, ama gündüzün gürültüsüne uyanıp, günü kaçırmamanın mutluluğunu yaşayarak hayatta devam etmek.

insan ister istemez düşünüyor, daha neler değişecek zihnimde, fikrimde? neler bekliyor beni yazılarıma geriye dönüp baktığımda gelecekte? temize mi çekiyorum, yeniden mi yazıyorum hayatımı?

tüm bu sorular belirsizce havada süzüle dursun, cevabını elbet bugün / yarın alacağım.

[Years and Years.]

bu diziyi internette takip ettiğim biri önermişti ve kadroyu görür görmez izlemeye karar vermiştim. üstelik de 6 bölüm olması, mini seri koleksiyonum için ideal bir parça olacağının çanlarını daha izlemeden çalıvermişti.

kadroda Emma Thompson ve gönüllerin şampiyonu Rory Kinnear (ah the creature... Penny Dreadful'daki o diyalogları, o dizinin müthiş finalini, Blade of Grass bölümünü asla unutamayacağım sanırım.) vardı bir kere, nasıl izlemeyeyim?

dizi gerçekten adına uygun olarak, hızlı zaman atlamaları ve geleceğe doğru uzanan karakterlerin dünü bugünü ve yarınını anlatıyor. bununla birlikte bir yandan da bir bankacılık ve mülteci krizine ev sahipliği yapıyor. zaten dizinin en vurucu yanı, bu iki eksende ilerliyor.

zamanın ilerleyişi, insanların birbirine düşmanlığı, dostluğu, aşkı ve dahi bir anda herşeyini kaybetme olgusuyla mücadele derken, soluksuz bir deneyim sunuyor size. öyle ki, bir bölüm var ki (izlediğinizde anlarsınız elbet) gerçekten nefesinizi kesiyor... o bilgiyi aldığımız o sahnede, ellerimi başımın arasına alıp, ama hayır olamaz diye çığlık attığım hal, geçen 4 yıl içerisinde izlediğim diziler arasında en önemli highlightlardan biri olmuş, artık siz düşünün.

bu dizi mülteci cephesindeki olaylarıyla birlikte, aslında bana yıllar önce izlediğim ve bizi bunalımlardan bunalımlara sokan Nefesinizi Nasıl Tutarsınız? oyununu da hazırlattı elbette ki. hani bazen zihnimizin en ücra köşesine attığımız kalbimizi kıran olaylar, onların paralelleriyle, hatta paralelilini geçtim, ufak çaplı benzerleriyle karşılaşınca o ücra köşeden çıkıp, hem benzeri hem de o karanlığın kendisiyle birlikte yeniden su yüzünde sizi boğmaya çalışır ya... işte bu dizi ve o oyun da tam o hissi yarattı bende, çok ama çok etkiledi.

kesinlikle izleyin, izlettirin. asla pişman olmayacaksınız.

[Back to Çocukluk: Go Go Power Rangers!]

Power Rangers. Hatta doğru tabiriyle Mighty Morphin' Power Rangers, çocukluğumun başrolünde olan bir diziydi desem, kesinlikle abartmamış olurum. aslında 20 dakika süren bu diziyi nasıl soluksuzca ve adeta saatler sürüyor gibi hissettiğim bir hisle nasıl da takip ederdim, yıllar önce hayranlık olgusu başlıklı yazımda yazmıştım. aslında orada biraz belirttiğim gibi, güç taşları, pembe ve siyah ranger'ın figürleri (mesela neden siyah ranger alınmıştı hala anımsayamıyorum, belki de o zamanda çok fazla seçenek yoktu ve hayranı olduğum beyaz/yeşil olmadığından siyah alınıvermişti.) çekmecemde durur, power rangers karakterlerinden oluşan kartlarım da ayrı bir kutudadır, gözüm kapalı nasıl durduklarını görebiliyorum.

geçen yazdan bu yana ise koleksiyon aşkım yeniden depreşti a dostlar. yetişkinliğe ulaşmanın, maddi gücünü eline almanın tatlı sarhoşluğundan mı desek, olabildiğince ufak tefek şeyler alıp çocukken yapamadığım, alamadığım, bulamadığım ve şeyleri az çok bir araya getirip, kendimce toplamaya başladım.

önce çocuk menüsü oyuncağı olarak verilen figürlerin (3 tane vardı elimde) eksiklerini tamamladım, sonra birkaç tane kart serisi aldım, sonra minik MMPR figürleri aldım, derken pembe ranger'ın kafası değişen figürünü edindim. sarı, mavi ve siyah da onu takip etti. halihazırda kırmızı ranger'ın eksik figürünü kovalıyorum. ve fingers crossed, onu da yakalayacağımdan eminim.

bir yerde okumuştum, akşam yemeğinde bir koca pastayı yiyebileceğini anladığın an büyümüş sayılıyorsun diyordu. o kadar doğru ki. yani alegorisel olarak, çocukluk hobilerinin peşine takılabildiğini anladığında hep büyüdüğünün farkına varıyorsun, hem de çocukluğunun elinde tuttuğun parçalarını tekrar bir araya getirip, dün gibi hatırlıyorsun o bir ömür gibi gelip, aslında 20 dakikada biten diziyi. 

such bliss, much happiness.  

[Post And Just Like That.]

bundan tam 10 yıl önce en iyi diziler arasında saydığım sex and the city... şimdi SATC'nin devamı niteliğindeki and just like that'i tabiri caizse gömmeye geldim ekran başına.

SATC'yi kaç kez izledim bilinmez, her izlediğimde ayrı keyif aldım, dizinin her bölümü bir yana, filmlerini bile kaç kez izledim bilemiyorum, gördüğümde mutlaka takılıp sonuna kadar heyecanla hiç izlememiş gibi bekledim. her bölümünde çok eğlendiğim, an gelip de göz yaşı bile akıttığım o bölümler, o bölümleri izlediğim yıllar gözümün önünde. hey gidi, yuvarlak hesap 15 yıl geçmiş.

final yapıp diziyi keyifle bitirmişsiniz, 2 tane film yapıp, bir nebze daha sündürmüşsünüz ve ona rağmen izlenmişsiniz, şimdi bir seri daha çekmenin sebebi nedir? gelin de bir anlatın biz de anlayalım. üstelik yeni AJLT'de Samantha Jones yok. aklımın almadığı bir skandal, Samantha Jones'suz SATC konseptli bir dizi çekmek epic fail'i.

Samantha Jones, para meseleleri yüzünden Carrie'ye küsecek, Londra'ya kaçarcasına yerleşecek, Carrie de arkasından "Ay sorma Miranda, Samantha da beni ATM gibi görmüş demek ki" diye laf çakacak. bak bak bak, tavırlara bak sen, çirkefliklere bak. zaten bu sahneyi 10. dakikada filan yaptılar, cinlerim tepeme çıktı, neredeyse kapatıyordum da yılların heyecanıyla takip etme içgüdüme engel olamadım.

burada ilk bölümün sonunda yaşananları dile getirmek istemiyorum. zira hem spoiler, hem de hala sindirebildiğim bir konu değil, büyük bir öfke içerisindeyim. gerek var mıydı, hala emin değilim. ama sonrası için de iki çift sözüm var, olabildiğince spoiler free yazmaya çalışacağım:

Samantha Jones'un "o" etkinliği kaçırması mümkün değildi. dizideki gibi gelmeyip de, yok efendim karta not yazmış da, bilmem ne. kusura bakmayın daaaa, 6 sezon bu diziyi izleyenlerin aklıyla dalga geçmekten başka birşey değil. Samanta öldü deseydiniz daha az bozulurdum vizyonsuz yazarlara. gerçekten, otur, sıfır!

dizinin geri kalanıyla ilgili çok fazla birşey söylemek istemiyorum. supporting kadınlara bir sözüm yok. ama öyle bir his yarattı ki dizi bende, yani başrollerin yaşlanmasının ötesinde bir konu olarak, artık konularının, telaşlarının eskidiği bir dönemde, eskiye tutunmak, o zehirli dokunuşu eskinin yarattığı muhteşem hissiyata bulaştırmak neden? asla çözemedim. dahası her ne kadar yazarlarını bölüm bölüm takip etmesem de, herhalde köklü bir değişiklik oldu hissine kapıldım. zira karakterlerin aldığı aksiyonlar, hareketleri, sözleri bana çok çalakalem yazılmış, özen gösterilmemiş, karakterin asla davranmayacağı tavırlar / söylemeyeceği sözler ona zoraki yamanmış gibi geldi. sinir oldum ama bir o kadar da üzüldüm.

gerçek SATC hayranlarını benim yaptığım hataya düşmemeleri için, bu diziyi izlememeye davet ediyorum. eş zamanlı olarak da beğenilmediği bu kadar bariz olan, IMDB puanı 5.6'ya düşen bu diziyi bir sezon daha yenileyen yetkililere de akıl fikir diliyorum. bu sebeple yazının adı post olarak konuldu, zira değil bir sezon daha, bir bölüm dahi daha devam edecek saçmalıklara takatim kalmadı a dostlar.

yazık, çok yazık.

[Post American Crime Story: Impeachment.]

geçtiğimiz yıllarda dizi olarak mutlaka bahsetmek istediğim bir dizi olmamakla beraber, yaşananlara yakından tanıklık eden yapısı sebebiyle, bir insan üzerinde kurulan yok edici baskı seviyesini gösteren bir eser olarak american crime story: impeachment'tan bahsetmemek olmaz.

dizi aslında kim kimdir, neler oluyor, bu karakterler ve davalar da neyin nesi bir edayla başlayıp, sürekli o modda devam ediyor. aklın başında takip edebilmen için de bir yandan wikipedia'yı arka fona açıp, olayları takip etmek gerekiyor. bu bakımdan, çok başarılı bir dizi olmadığını söyleyebiliriz. zira tarihi -hem de yakın tarihle ilgili- bir olaya yer verirken, insanların olay zincirini anlayabilmesi esas koşullardan biri olmalı. ancak monica ve linda arasındaki arkadaş bağı yönünden dizi çok başarılı, zira monica'nın o herşeyi dökülme arzusunu canlı yayın izliyor gibi oluyorsunuz.

bu noktada minik bir parantez açarak ryan murphy'nin adeta muse'u, Sarah Paulson'dan bahsetmemek olmaz. kendisi dizide linda'yı canlandırıyor ama canlandırmak demek ne kadar doğru bilemiyorum. zira linda'nın sarah olduğunu anlamam 2 bölüm sürdü. dahası wikipedia turlarımda ve eski videoları izlerken gördüğüm kadarıyla, gerçekten birebir o kadar uyuşmuşlar ki, ağzım açık takip ettim kendisini. 

şimdi esas bahsetmek istediğim yere geleyim: altıncı bölüm: man handled. resmen koskoca fbi ajanları, linda'nın da çirkef katkısıyla monica'yı bir alışveriş merkezinde kıstırıp, bir otel odasına götürüyorlar. avukat arayamazsın deyip saatlerde odaya kapatıyorlar. bak itiraf et yoksa 28 yıl yersin diyerek de tehdit usulü köşeye sindiriyorlar. zaten dünyanın en güçlü adamıyla yasak aşkının baskısı bir yana, bir de 25 yaşında bir kadının karşısına dikilen ve müebbetle tehdit eden fbi ajanlarını görünce sinirlerim tepeme çıktı. lanet olsun bu düzene diyerek ekranı fıydırıp attım. o sıkışmışlık, o korku, ne yapacağını bilememezlik, hayata dair hemen hiç bir konudan haberdar olmadığın bir yaş ve tecrübe noktasında bir kadına yaşatılanlara bakar mısın? haberlere düşen detaylar, savcının sorgulamasını izlerken yerin dibine geçtim. hayır, yetişkin insanların yaşadığı mahrem konular sebebiyle değil ama bir insanın tüm dünyaya en mahremini dökmek zorunda kalmasını gerektiren düzenden utandım. gerçekten dizinin eksiklikleri, güzellikleri elbette ki var. ama bana kalırsa, sadece bu bölüm için bile bu dizinin izlenmesi şart. ve tam da bu bölümdeki performansı için monica'yı canlandıran Beanie Feldstein'i ayakta alkışlamak gerek. 

belki tüm diziyi izlemeseniz bile, en azından biraz arka plan bilgisi edinip, bu bölümü izleyin a dostlar. görün, kadınların gördüğü muamele ne yazık ki yıllar geçse de nasıl da değişmiyor...

05 Haziran 2022

[Post Kulüp: Dört Mevsim'lik Kavuşma.]

sezonun en güzel dizilerinden biri tartışmasız şekilde Kulüp'tü bence. Gökçe Bahadır'ın muhteşem dokunuşu, olağanüstü bir set, ekip, konu, arka fonda akıp giden tarihin sayfalarıyla birlikte büyük bir keyifle, yüreğim sıkışarak, karakterleri takip edip, hayal ve hayıflanışlara dalarak izledim Kulüp'ü.

benim için tek olumsuz yanı, iki parça halinde yayınlanması oldu, ki şahsen böyle güzel yapımları tek solukta izleyip bitirmek, üzerine düşünmek, sindirmek, kesinlikle araya zaman girip de etkisini azalttıktan sonra aynı kapanışı yapmaya göre tercih ediliyor şahsımca.

tarihsel bilgilerim çok kısıtlı olduğu için çok fazla derinlikli eleştirmek konusunda yetersiz kalacağımı düşünüyorum. ancak sade bir izleyici gözüyle, bahse hikayeleri, bahse konu İstanbul'u ekranda görmek beni o kadar mutlu etti ki. belki de çok eksik, hatta çok daha fazlası gerekiyor belki de. yine de hiç başlamadan şöyle olsa böyle yazılsa diye düşünmektense, en azından bir yapımın gerçekleşip devamını daha da ileriye taşıyarak getirmesi heyecanı, umudu sardı beni.

Gökçe Bahadır'ın canlandırdığı Matilda'nın hikayesinin yavaş yavaş çözülmesi zaten ayrı bir sürükleyiciliğe sahipti ama Raşel'in yolculuğunda o gelmekte olan kalp ağrılarını belki de onun gençlik telaşelerinin, gönül kanatlanışının yıllar ilerisinde biri olarak (elbette ki bu konularda uzman olduğum söylenemez ama kusura bakma İsmetciğim bu kızın kalbini kıracağın belliydi) göz göre göre aleve koşmasını izlemek bambaşkaydı. 

dizi konusunda yüzde yüz bir heyecan ve takdirle kesinlikle izleyin, izlettirin diyorum efendim.

tam bu noktada bambaşka bir konuyu da açmayı bir borç bilirim bu yazıyı kapatmadan. diziyi izlerken hangi sahnede anımsayamıyorum ama bir şarkı çalmaya başladı ve çaldığı andan itibaren beni kalbimden vurdu. tabi o esnada diziyi takip etmenin heyecanıyla şarkıyı araştırma fırsatım olmadı ama hızlıca seriyi bitirince, geri dönüp durun bir dakika, bir şarkı vardı orada diyerek geri döndüm. 

beste fazıl say, seslendiren serenad bağcan, sözler ise cemal süreya'ya aitmiş bu muhteşem şarkının. adı da dört mevsim'miş.  ölümde bile, aşkla, arzuyla,  dört mevsim kavuşmanın şiiriymiş meğersem.

sözlerini de şöyle bırakıp, usulca bu yazıyı terk ederek, sizi şarkıyı da dinlemeye davet etmiş olayım:

Bahar mezarına gömsünler sizi
Bahar mezarına gömsünler sizi
Yapraklar gibi buluştunuzdu
Kokular gibi seviştinizdi
Bahar mezarına gömsünler sizi
Bahar mezarına gömsünler sizi

Yaz mezarına gömsünler sizi
Yaz mezarına gömsünler sizi
İlk kezmiş gibi buluştunuzdu
Son kezmiş gibi seviştinizdi
Yaz mezarına gömsünler sizi
Yaz mezarına gömsünler sizi

Güz mezarına gömsünler sizi
Güz mezarına gömsünler sizi
Salkımlar gibi buluştunuzdu
Ağular gibi seviştinizdi
Güz mezarına gömsünler sizi
Güz mezarına gömsünler sizi

Kış mezarına gömsünler sizi
Kış mezarına gömsünler sizi
Sokaklar gibi buluştunuzdu
Çarşılar gibi seviştinizdi
Kış mezarına gömsünler sizi
Kış mezarına gömsünler sizi

Bahar mezarına gömsünler sizi
Yaz mezarına gömsünler sizi
Güz mezarına gömsünler sizi
Kış mezarına gömsünler sizi
Lala la la la lala lala lala
La la lala la


[Uzun İnce Bir Yoldayım.]

5 Haziran 2022 günü, saat 13.00'te trt2'de Laodikya Antik Kenti açılış konseri başladı. 

saat 14.00 civarıydı belki, uzun ince bir yoldayım çaldı izmir devlet senfoni orkestrası, Dilek Türkan da o harika sesiyle, beni en çok etkileyen bu şarkıyı söyledi.

5 Haziran 2022'ye kadar bu şarkı her zaman benim için özel olmuştu evet. artık yeri bambaşka olacak. 

çünkü tam da bu gün, başımı yasladığım yerde, menzili de, hal'ımı da anladığımın farkına vardım. işte tam da o an, kulağımda duyduğum melodi, dünyanın en güzel metronomuyla bütünleşip göz kırpınca bana, dayanamadım sevinçten ağladım.

asla unutmayacağım, ruhumda süzülen binbir ufak anıdan biri daha gelip yerleşiverdi hafızama...

[Post Scenes from a Marriage.]

yazmak üzere not aldığım konuları zihnimde sıralarken şimdi fark ediyorum ki aslında ben bu yazıyı, scarlet power of grief yazımın içerisine de ekleyebilirmişim. çünkü şimdi bahsedeceğim mini seri tıpkı Sorry for your Loss gibi, tıpkı WandaVision gibi karakterlerin yaşadığı hissi tüm sadeliği ile ekrana yansıtıyor, duygunun özüyle sizi vuruyor adeta. evet, Scenes from a Marriage'dan bahsediyorum.

bu diziyi aslında Jessica Chastain için takibime almıştım ama nihayetinde Oscar Isaac de gönülleri fethetti. bu diziyi, aslında bir evliliğin biyopsisi gibi düşünebiliriz. hatta bir adım öteye götürüp, evliliğin bitişinin biyopsisi gibi yaklaşmamız da mümkün.

ilk bölüm açıldığında birbirinden çok farklı karakterleri ortak bir noktada olmaya çalışırken bulurken, bölümler ilerledikçe tahmin edeceğiniz üzere ortalık karışıyor. karakterlerin birbirinde ayrı ancak ortak bir çocuk sebebiyle bağlı ve alakalı kalışı, hüzünleri, öfkeleri, canlanan tutkuları (ya da hata yapma isteği, bilinmezden kaçmak arzusu mu demeli o duruma, kim bilir?) öyle gerçek geliyor ki, bir evin içinden insanları gözetliyormuş gibi hissediyorsunuz. sebebi bu mudur bilemiyorum ama bence yönetmen de böyle hissetmiş olmalı ki, bölüm başlarken Jessica ve Oscar'ı görüyoruz ve adım adım konumlarını alıp, karakterlerine bürünüyorlar. sanki biz o geçişi görmesek (ve elbette ki bu insanlar ünlü olmasa) inanmayacağız sanki bunun bir kurgu olduğuna, öyle gerçek.

finali hakkında karmaşık duygulara sahip olduğum bu dizi, 5 bölüm boyunca beni peşinden sürüklemeyi, yayınlandığı günü iple çekmemi sağlayarak, mini seri koleksiyonuma değer kattı. kesinlikle tavsiye ediyorum ama dikkat: insanın boğazına dizilebilecek seviyede ağır mevzular dönüyor.

şimdi diziyle ilgili konuyu kapatmışken, mini seri koleksiyonumdan da bahsedeyim. tabi bu lafın gelişi bir tabir a dostlar, ama yine de öyle uyuyor ki. 24 bölümlük diziler, 18 bölümlük diziler, aman 15 bölümlük hatta 10 bölümlük diziler bile bana biraz fazla gelmeye başladı pandemide. zaten hızlandırıp izliyorum, o konu ayrı ama sanki mevzuları toparlayıp derli toplu 6-8 bölümde yayınlayıverseler bana daha iyi geliyor gibi hissediyorum. öyle ki, biraz da kızıyorum izlerken, mesela bölüm 7'deyiz ve boş beleş geçen bir bölümün sadece son 10 dakikasında dev katkısı olan bir sahne izleyince, şart mıydı bu bölüm yani, şu konuyu bir yere dahil edebilirdiniz gibilerinden. o sebeple, kısa bölüm sayılı, hatta one shot tek sezonda şakır şakır toparlanan diziler yeni favorim. ister istemez çok izleyici talebi gelince (big little lies gibi) uzatılabiliyor olsa da (ki çok tercih etmiyorum çünkü herşeyin çözüleceği dramatik etkiyi hafifletiyorlar (ki big little lies özelinde belki toparlayıcı bir bölüm de yapılabilirdi ama ben ikinci sezonu gerçekten anlamsız buldum)) ki gerçek bir dizi tutkununun en istemeyeceği şey de bu olsa gerek. neyse efendim, işte bu bu da böyle bir anımdır. mini seri koleksiyonumdan daha anlatacağım bir kaç konu daha var, arkası yarın (iddialı oldu ama mutlaka devamı gelecek, 4 yıla kalmayacak bu sefer)

[Post This is Us.]

hazır geçen zamanda izlediğim dizilere başlamışken hemen sonraki gelsin efendim:

en son yazdığım yazılardan biri de post this is us season 2 olmuş. heyhat, geçtiğimiz günlerde this is us 6. sezonuyla birlikte final yaptı a dostlar. sonradan izlemeye başladığım ve hayranı olduğum bu dizi, harika bir son yaparak öyle bir final yaptı ki, ne yürek kaldı, ne akacak gözyaşı.

herkesin hikayesi mükemmel şekilde tamamlandı. kardeşlerin bağları, aslında final bölümünü olağan bir bölüm gibi çekip ince dokunuşlarla geleceğe umutla göz kırpan havayla jeneriğin akışı beni mahvetti.

tabi bu noktada her oyuncuyu tebrik etmek gerekir ama special thanks bölümünü tabiki de mandy moore'a adamak gerekiyor. zaten eskileri oynarken yanında milo'muz gibi bir partnerle oynamasının çok da zor olduğunu düşünmüyorum açıkçası. ama yaşlılık dönemini oynarken hali, tavrı, yürüyüşü, bir yandan da ilerleyen hastalığıyla soru işareti dolu ifadelerle bakan gözleri ve hemen ardından gelen o net ifadeleriyle muhteşem bir rebecca oldu mandy. 

özellikle küçük jack'in kaybolduğu bölümde anneanne gücünü gösterirken içimin yağları eridi. bu arada bu bölüme ekstra bir selam olsun. zira dizinin en sevdiğim çiftlerinden olan toby ve kate'in nasıl bittiğini anlatan harika bir bölüm oldu. derken nişan bölümüyle de öyle hızlı ve yerinde bir geçiş yaptılar ki, sanki herşey olması gerektiği şekilde olmuşçasına bir hisle, hiç yadırgamadan diziyi izlemeye devam ettik.

doğrusunu söylemek gerekirse madison'dan tut sophie'ye, nick'ten toby'e, tüm kardeşler ve çocuklukları, queen'imiz beth, miguel (ah miguel beni mahvettin) herkes herkes harikaydı dizide. ama oyunculuklar ve öykü bir yana, sondan bir önceki bölüm olan tren bölümünde kalbimi bıraktım a dostlar. o nasıl güzel bir fikirdi öyle? hayatın vagonlarında ilerleyiş, vagon içerisindeki anonslar, bize eşlik edenler...

yakın zamanda birini yitirmiş biri olarak, tam da yaşananları o trendeki gibi hayal etmenin gönlüme verdiği hafiflik... tarif edilemez.

william'ın vagondan vagona eşlik eden hali, rebecca'nın bekleyişi, miguel'in son hazırladığı kokteyl, tüm bunların bir kaç bölüm öncesindeki caboose'a bağlanması. yani her anıyla mı mükemmel olabilirdi bir dizi? çıtayı bu kadar yükseltmek şart mıydı gerçekten? gibi gibi sorular soruyor insan ister istemez.

geriye dönüp baktığımda this is us'ı ılık bir aile hikayesi olarak tanımlasam, acaba nasıl olur? evet, çok mutlu çok özel anların yaşandığı kadar, gerek çocukluklarda, gerek yetişkinlikte insanın kalbini tuzla buz eden buz gibi dramlarıyla, karakterlerin anne babalarının hikayelerinden çocuklarına kadar süzülen bir evrende, one perfect circle bir dizi. aslında hakkında yazmaya başlasam sayfalarca yazılabilecek, çocukluk ve yetişkinlikle kurulan paralelleri yazsam tek okuyuşta birçok insanı kendine bağlayabilecek bu dizi hakkında kendimi spoiler vermeden durduruyor ve sizi davet ediyorum.

this is us dünyasına mutlaka gelin, pişman olmayacaksınız.

04 Haziran 2022

[Scarlet Power of Grief.]

haydi hiç hızımızı kesmeden bir başka diziden bahsedelim. 

nerden başladım, nasıl duydum da bu diziyi izlemeye karar verdim gerçekten anımsayamıyorum. ama sorry for your loss'la yolum ne şekilde kesiştiyse, iyi ki kesişmiş be dostlar. 

first things first: allahım sen böyle acılardan hepimizi koru. tabii dizinin konusu gereği büyük bir kayıp ve ardından gelen yas süreci var, dizinin adı da buradan geliyor zaten. elbette ki böyle bir acıyı yaşamayanın anlayacağını düşünmüyorum. benim bir seyirci olacak naçizane düşüncem ve gözlemim, saf hüznün olduğu gibi aktarıldığına, aktarılabildiğine inandıran dizi ve oyuncu üzerine bir görüş elbette ki. 

sorry for your loss, ekranda izlediğin en etkileyici, en vurucu dizilerden sevgili okurlar. üstelik sadece konusu gereği değil ama yazımı gereği de bu durum böyle. öyle incelikler üzerinden bazı mesajları, alışkanlıkların, güneşin yatağa vuruşunun değişimindeki özlemi böylesine bir gerçeklikte aktarmak, aktarabilmek olağanüstü. üstelik dizinin platformu da facebook watch. tabii bir alıp veremediğim yok facebook watch'la ama genelde böyle çarpıcı diziler showtime, hbo, netflix vari dev platformlardan çıktığı için, bu cephede de oldukça şaşkınım ve dizi underrated kaldığı için biraz hüzünlüyüm. Elizabeth Olsen, dizide müthiş. şimdi böyle demek de belki bir garip olacak ama sanki hüzün yüzüne yakışıyor kendisinin. umarsız, ne yapacağını bilemez, çıldırmanın eşiğinde, pişman, kendine öfkeli, gidene öfkeli bakışları beni derinden etkiledi. kesinlikle izlemenizi öneririm ama hani keyifli bir gününüzde, enerjiniz yüksekken izlemek daha faydalı olabilir, zira karanlık bir dizi, şimdiden söyleyelim. ben normalde çoğu diziyi artık hızlandırarak izliyorum 1.3 tadında ama bu dizi öyle de değil. hayranlık uyandırıcı bir şekilde, herşeyin normal hızdaki akışını görmek, deneyimlemek istiyorsunuz. zira acıyı hızlıca geçirmenin bir yöntemi olamadığından, sanki diziyi hızlandırsanız, özündeki bir parçaya zarar verecek gibi hissediyorsunuz ki kesinlikle kabul edilir bir endişe.

şimdi tam da bu noktada wandavision'a geçiyorum. neden? her ikisinde de Elizabeth Olsen oynuyor. hayır, aslında sebep bu değil. sebep her iki dizide de yas tutmanın farklı ama bir yandan da aynı hislerini gözlemleme fırsatımız oluyor. tabi bu gözlemi aynı oyuncu üzerinden yapınca da, sanki o oyuncunun kendisi hakkında bir keşif yolculuğu yapıyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

efendim wandavision marvel'ın ilk dizi projesi ve dolayısıyla tahmin edeceğiniz üzere çok büyük beklentileri de beraberinde sürüklemiş bir dizi. ben çok çizgi roman insanı değilimdir ama endgame'i ve ona doğru gelirken gerekli filmleri (hepsini izledim desem yalan olur ama gerekli dersem en azından temel yapıları izlediğime dair güzel bir refarans vermiş olurum bence) izledim. tabi vision'ın taşını alan thanos ve ardından wanda'nın korkunç çığlığı kulağımızda ama aslında hikaye devamında daha büyük, daha iddialı konulara ve başıma birşey gelmeyecekse -izlemeyen kalmamıştır ama yine de spoiler olmasın- çok daha popüler şekilde takip edilen karakterlerin sonlarına odaklanıldığı için, wanda'nın dramını çok izleyememiştik. işte bu dizide, olduğu gibi wanda'nın acısına odaklanıyoruz dostlar. üstelik wanda'nın acısına odaklandığımızı hissedemeden.

hele de çizgi roman insanı olmayan biri olarak sürekli "neler kaçırıyorum acaba" hissiyle diziyi izleyip boş gözlerle bakarken, mevzunun ne olduğu, her bölüm değişen yıl temaları altında nasıl bir sebep yattığını çözmeye çalıştığım doğrudur. bu sorunu cevabını verdikleri bölüm ise muhteşemdi. kimse kusura bakmasın şimdi yazacağım spoiler olacak -kadın o kadar acı çekiyor ki, sevdiği adamın ölmediği ve sonsuza dek mutlu yaşadıkları bir evrenin geçtiği kasabayı oluşturmuş! yani bu kadın daha ne yapsın, ölüyorum anne diye firdevs'in ayaklarına mı kapansın? vay anam neler dönmüş derken dahi yavaştan büyünün bozulduğu -hayır kasabanın büyüsü değil, wanda'nın yas sürecini reddettiği aşamadan yavaş yavaş diğer adımlara geçişini kastediyorum- anlarda, parmaklarının ucundan çıkan literal alevlerle bir kayıp olgusu daha ne kadar güzel anlatılabilirdi, bilemiyorum.

bu iki diziden günümüze geldiğimizde aslında doctor strange'in son filminde wanda var ve hikayesini izlemeyi (hatta tamamlanıyorsa, tamamlandığını görmeyi) çok istiyorum ama henüz sinemaya gitmeye cesaretim yok. dedikodulara göre film disney+'a düşecekmiş, onunla birlikte internetlere de düşer diye düşünerekten heyecanla evde izlemeyi bekliyorum. ben mevzuların devamını / sonunu öğreninceye kadar ise sizi bahsettiğim bu harika diziyi ve marvel takipçisi değilseniz bile en azından sorry for your loss'a davet etmiş olayım.

[Post Wentworth.]

geçtiğimiz yıllar içerisinde dünyada ve ülkede yaşanan birçok gelişme bir yana, her ne kadar pandemi sinema ve tiyatro salonlarındaki keyifli anlarıma bir virgül koymuş olsa da, yepyeni diziler takip etmeme engel olamadı. elbette ki ben şanslı güruh içerisindeydim, zira benim ilgi alanlarım, hobilerim, ekran başında gerçekleştirilebilecek türden olup, eve kapanmanın verdiği o virgül koyma hissi, beni sadece nispeten kısıtlı alanlardan vurdu. dizi cephem ise tam gaz ve hatta eskisinden de hızlı devam etti. çünkü normal hayat akışı içerisinde zaten bambaşka hayatlara tnaıklık etmeyi seven RDIM, anormal bir dünya düzeni içerisinde bambaşka hayatlara daha çok tutunmayacaktı da ne yapacaktı?

işte arada izlediğim ve kısa veya uzun olması hiç fark etmeksizin bende büyük bir hayranlık bırakan, üstünden yıl geçmiş olsa da mutlaka bahsetmek istediğim yapımlardan ilkiyle karşınızdayım:

wentworth.

ah sevgili dostlar, bu avustralya dizisini nereden duydun da nasıl izledin de bitirdin derseniz, tabii ki cevabım avlu. bu dizi, meğersem avlu'nun uyarlandığı dizinin ta kendisiymiş. aslında yıllar evvelinin prisoner isimli dizisinden günümüze uyarlanmış haliymiş, oradan da avlu'ya evrilmiş. 

aman ben de aksiyonlu birşey izledim sanıyorum avlu izlerken (ki aksiyonlu, ona şüphem yok türk dizileriyle karşılaştırınca) ama meğersem orijinali yıkılıyormuş da haberim yokmuş. meğersem o kudret çılgını (ki anımsarsanız 2 sezon boyunca kanırtmıştı hepimizi) wentworth'ün bir sezonluk bir hikayesiymiş, sonrasında neler neler kopmuş.

tabii ki bu noktada bea, franky, liz, boomer, vera ve halen beni içine düşürdüğü dehşetin etkisinde bırakan ferguson'dan bahsetmek gerekli. her birinin öyküsüne girsek, çıkamayız. ama şunu söylemekte fayda var: dizi, kimin top dog olacağı konusu etrafında dönüyor. top dog dediğim de bir nevi hapishanenin kraliçesi gibi düşünebiliriz. öte yandan, gelen yeni mahkumlar, korkunç gardiyanımız ferguson ve çılgınlıkları ve nihayetinde wentworth koğuşlarında birine düşmesiyle de yönetim cephesindeki olaylara tanıklık ediyoruz. 

karakterlerin başladığı ve bittiği noktalar -bence- enfes zira hepsinin gelişmesini, ilerlemesini, evrilmesini görüyoruz bu dizide. iyilik belki bir süreç ama kötülüğün bir anda gelişivermesini inceliyoruz adeta. sanırım bu diziyle ilgili en sevdiğim detaylardan biri de bu: bir an geliyor, o anda ya sola döneceksin ya sağa. döndüğün yön, kaderini çiziveriyor ve geri dönüşün olmaksızın bambaşka bir kader rotasına giriyorsun. belki hayatın kendisi böyle diyeceksiniz ama tabi arka planda bir hapishane hikayesi olması sebebiyle, bu seçimlerin sonuçlarını o kadar dramatik şekilde görüyoruz ki, hayran olmamak elde değil.

bir de mesela sessizlerin korkutucu gücü de çok vurucu bu dizide. bir yanda lou, kaz, franky var, bir yanda da ferguson, marie winter var. bir cephe gümbür gümbür, paldır küldür, çatır çatır ilerliyor hayat yolunda, diğer cephe ise sessizce, adım adım, cümle cümle düzenini kurup, sinsice sızıveriyor zirveye. 

peki ya kötü yanı yok mu bu dizinin? açıkçası kötü yan demeyelim de, pek sarmayan hikayeler oldu beni diyebilirim. mesela judy bryant hikayesi (karakter çok pişkin geldiği için hoşlanmadım sanırım, aslında ann reynolds cephesi oldukça etkileyici bir yankılanmayı anlatıyordu), ruby ve rita cephesi (kişisel hikayeleri etkileyiciydi ama hapishanenin içinde bu kadar mevzu dönerken bu iki kardeşin kaçışları, kendilerine tuzak kurulması, aman iyi polis kötü polis mevzuları o kadar sarmadı ki) ve tabii ki de marie winter'cığımın (son sezonlarda belki top dog allie olduğu için ilginin/başrolün onda olduğu gibi bir izlenim edinilebilir ama favorim marie winter'dı) hikayesinin bir nebze daha güçlenebileceğini hayal etmiştim. 

ancak herşey bir yana, eğer aksiyon dolu, her bi karakterin geçmişine dair izlenimler görmek istediğiniz, karakter gelişimini gözünüzün önünde görmekten keyif almayı hedeflediğiniz, başrollerin bile güvende olmadığı bir dizi arayışındaysanız kesinlikle wentworth izleyin, izlettirin efendim. 

dipnot: dizi avustralya'da gerçekten çok sevilen bir dizi ve birçok ödül topladı. sekizinci sezonun sonunda sona erdi ama ah o sekiz sezon nasıl da mükemmeldi. hiç bilmediğim ve takip etmediğim avustralya televizyonu da çok başarılıymış a dostlar, bunu da öğrenmiş oldum.

03 Haziran 2022

[MTV Unplugged: Mariah Carey.]

son yazımın kasvetinden içime fenalıklar gelmişken, hemen çok sevdiğim bir listeye döndüm ve hazır 2 Haziran 2022 tarihi itibariyle 30. yılını doldurmuşken, harika bir albümden bahsetmeye karar verdim, zira ben de arka fona aldım bu albümü. evet efendim, MTV unplugged serisinden Mariah Carey'den bahsediyorum.

açıkçası ben unplugged serisinde şahsen alicia keys'i, belki genel kanı itibariyle nirvana'nın aşılamayacağını düşünüyordum ama çok geç keşfettiğim bu albüm bütün önyargılarımı yıkarak yine ters köşe hissiyatıyla ders verdi adeta.

içeriğe ilişkin yorumlara başlamadan önce tekrar yazıyorum, dün itibariyle bu kayıt 30 yaşını doldurdu. sahnede dünya gözüyle görme imkanı bulduğum sevgili mariah carey'nin gerçek bir diva duruşu ve tüm konser salonuna yayılan özgüveninin yanında, ürkek bir kız çocuğu edasıyla sahneye çıkışı gerçek bir kontrast yaratıyor bu konser görüntülerinde. ama onun ürkekliği olarak mı adlandıralım, yoksa çekingenlik / sahne heyecanı mı diyelim, ilk şarkının ilk birkaç saniyesinde dağılıveriyor. zira sesiyle, yorumuyla, şarkılara kendisinden kattığı ruhla seyirciyi (seyirci görselini hiç bir zaman göremesek de en azından ilk kez ve sonrasında defalarca bu albümü dinleyen beni) sarıp sarmalıyor, kendi dünyasıyla tanıştırıyor, seyircinin kapısından içeri bir nefeste sokuluyor.

açıkçası bu albümde can't let go ve if it's over dışındaki bütün şarkıları biliyordum, defalarca dinlemiştim ama tabii unplugged versiyonları apayrı olmuş. hele de emotions zaten inanılmaz bir şarkıyken, arşa değmiş adeta. hayatımda hep gururla yineleyeceğim bir bilgi olarak, dünya gözü (ve kulağıyla) mariah'cığımı dinlemiş biri olarak, emotions unplugged'daki versiyonla birebir söylüyor mariah'cığım, ayağına taş değmesin.

ama bu albümde bir şarkı var ki (can't let go'yu da seviyorum ama nedense şimdi bahsedeceğim şarkı bana çok dokundu hiç sebepsiz), ilk duyduğum anda vuruldum. wonderful tonight gibi, unchained melody gibi, still got the blues gibi, ruhuma işleyiverdi. evet, If It's Over'dan bahsediyorum. nasıl da kaçırmışım ben bu şarkıyı? neden #1 olmamış? neden youtube'da karşıma ancak bu kadar geç çıkabildi? asla cevabını bulamadığım sorular tabi bunlar ama gerçekten de geç olsun, güç olmasın. üstelik yaklaşık 5 dakika önce şarkı listesini kontrol ederken öğrendiğim dev bir bilgi olarak, şarkıyı mariah ve gönüllerin en sevilen şarkı sözü yazarlarından carole king'in bu şarkıyı birlikte yazmış olması gerçeğine de kavuştum ki, bu şarkı ayrıca gözümde bambaşka bir mertebeye ulaştı. 

dinleyin, dinlettirin efendim. yanlış anlaşılmasın, sadece bahsettiğim son şarkıyı değil, tüm albümü dinleyin, dinlettirin. tadını çıkarın. bir efsanenin doğuşuna tanıklık edin. pişman olmayacaksınız.

[Post (?) Pandemi.]

aranağmede kısaca bahsetmişken, elbette ki bir başka yazıda pandemiye yer vermemem pek mümkün değildi. geriye dönüp baktığımda, 2 yılın göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini düşünsem de, aslında o 2 yılı, özellikle de başındaki o umutsuz/belirsiz/amaçsız günleri yaşarken zaman hiç de geçecek gibi gelmemişti bana.

aslında kasım ayından beri ekşisözlük üzerinden wuhan'daki virüsü endişeyle takip ediyor, ailemle ve çevremdekilerle de paylaşıyordum bakın böyle birşey söyleniyor diye. derken mart 2020 gelip çattı ve ilk vakanın ilanıyla birlikte kapandık evlere. bilinmezlik, ne yapacağını bilememezlik, teknoloji çağında ilk kez bilgiye erişememe olgusu.

herkesin ekmek yapmaya sardığı, mutfaktaki hünerlerini sergilediği, ekşi mayaların marketlerde kalmadığı dönem. houseparty'lerde eve kapanmışlığın havasını dağıtmak telaşesi. sosyal medyada tüm ülkelerden yayılan korkunç haberler, üzücü görüntüler, terk edilen yaşlılar, hastane kapılarındaki gençler.  elmaların sirkeli sulara batırıldığı, yumurtaların yıkanmadan dolaba konmadığı o karanlık dönem.

oldum olası ev kuşu olarak adlandırırdım kendimi, evde olmaktan sıkılmadım sıkılmasına ama, hayatın yarım kalmışlığı hissi beni pençesine aldı.

düşündüm:

bu kadarmış. artık pariste bir kaldırımda oturup, şarap kadehimi yudumlarken seine nehri kıyılarında gezenleri izlemek yok. foz'daki deniz fenerine yürüme imkanı yok porto'da. meydanın ortasındaki havuzun yanından geçerken havuzun içindeki bozuk paralara bakıp, tutulan dilekleri hayal etmek bitti floransa'da. beyaz örtüler serilmiş masalardan birine oturup tapas keyfi kalmadı sevilla'da. 

gittiğim oyunlar kadarmış tiyatro. izleyebildiğim filmler kadarmış sinema.

kiraz çiçeklerini fotoğraflardan görebilecekmişim ancak, fiyordların yakınında tekneler kartpostallarda kalacakmış, afrika'daki o aslan kral ağaçlarının gölgesinde zürafa silüetleri ancak belgesel kanallarında görülecekmiş. hayat buraya kadar yaşanabilmiş sayılacakmış.

o günleri aydınlatan en güzel gelişmeyi ise herhalde bir ömür unutamayacağım:

andrea bocelli, duomo'nun önce içerisinde söylemeye başladı o şarkılarını. televizyonumuza bilgisayarı bağlayıncaya kadar ilk şarkıyı kaçırdık ama sonra ağzım açık şekilde tüm konseri dinledim. dünyanın en kalabalık noktalarından birinde, tek başına, aryaları söylerken ürperdim. acaba yeniden o sokaklarda keyif süreceğimiz günler gelecek mi diye... derken kapının dışarısına çıktı ve amazing grace söylemeye başladı. tüm dünyada canlı yayını izleyen 42 milyon kişi kimbilir nasıl hissetti ama o anda ben huzurla, umutla doldum bile.

boş sokakların üzerinde gezen kameranın getirdiği görüntülere hem içlendim, hem de büyülenmiş bir şekilde hiç bir zaman boş olmayan o sokakları izledim. insanlığın kenetlendiği, aynı şeyi büyük bir arzuyla istediği, kate winslet'ın da, RDIM'ın da derdinin aynı olduğu günler yaşanırken, bunun altından insanlığın hep birlikte kalkacağını ilk o an hissettim.

aşı geldi, umut geldi. evet, benim şahsi korkularım henüz geride kalmadı ve kalabalığa, eski alışkanlıklarıma olan tavrım halen biraz soğukta kaldı ama en azından dünyanın bu kadar olmadığını, gezilecek, görülecek yerlerin bitmediğini, ayvalık'taki gün batımının ve norveç'teki gün doğumunun beni halen beklediğini yeniden derinden hissettim. 

müziğin gücü mü diyelim, bir bir biraraya gelindiğinde, toplamın birlerin toplamından çok daha fazla olmasından mütevellit ortaya çıkan o müthiş kolektif ruh mu diyelim, bilemiyorum. ama işte o zamandır benim ilk umutla doluşum. ne mutlu ki o umut, bilimle taçlandı ve yeniden -evet, belki ben henüz manen dönmeye hazır olmasam da- normale geçtik.

bu arada yazıya öyle dark bir yerden başlayıp daha dark yerlere taşıdım ki, yakaladığım umut kırıntısı ve nihayetinde tünelin ucundaki ışıkla dahi kapatırken zorlandım. bir daha hiç böyle belirsizliklerle denenmemek dileğiyle diyelim, bu da son cümle olsun madem.

[Be Still My Heart.]

büyük bir hızla klavyenin başına oturup, yıllar sonra gelen ilk 2 yazımı soluksuzca yazdım. bu yazıları yazarken, aranağmede bahsettiğim gibi, zihnimde uçuşan bütün düşünceleri hale yola koyup bir sonraki taslağı açtığımda, kendime engel olamaksızın tek bir konuya doğru uçuştu ruhum.

öyle bir konu ki, sabaha kadar anlatmak istiyorum. öyle bir konu ki, kimseler bilmesin bende kalsın diye yanıp tutuşuyor zihnim.

hani bir video var ya, rakuna şeker veriyorlar -rakunlar da meğersem yemeklerini suda yıkarmış yemeden önce- rakun da tutuyor bu şekeri suya sokuyor, bir bakıyor ki elinde avucunda hiçbir şey kalmamış. suya bakıyor, ellerine bakıyor, suya bakıyor. işte öylece bakıyorum ellerimdeki şekere. hayatım pahasına, hayat nedir ki, ruhum ve dahi kalbim pahasına---

ikilemim beni bu yazıda daha fazla ileri gitmekten alıkoydu, bir satır aralığı bıraktım. ve sevgili orhan veli'yle bir mola verdim:

"Gemiler geçer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler, damların üzerinden;
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret,
"Bakar bakar ağlarım.""

zihnimden de böyle gemiler geçiyor, beni bambaşka günlerin anılarına götürüyor.

bir anımda çemberimde gül oya izliyorum, Mehmet'le Yurdanur konuşuyorlar gemiler hakkında. 

ötekisinde daha da geçmişte, 33 ekran televizyonumun başında ally mcbeal izlerken buluyorum kendimi. bu şarkıların albümlerini kesinlikle almalıyım diyorum ve hemen takip eden anıda, tüm albümlerini ellerimde tutarkenki mutluluğumu anımsıyorum.

düşünüyorum, kapağında ally ile vonda'nın yanyana oturduğu o albümde ruhuma dokunan şarkının kulaklarını çınlatıyorum. umutsuzluğa en kapıldığım anlarda kucakladığım o şarkının ruhuma yansıttığı o ışık hüzmesi, hayatımı aydınlatıyor şimdi. 

derken ilkokuldayım, Tuba Önal'ın sesi kulaklarımda, bir kuşun kanadında süzülüyorum göz yüzünde.

ve şimdiki zaman.

sokak lambasının kapalı perdelerden içeri süzülüp kalemiyle çizdiği o silüeti izliyorum sessizce.

denizin kollarındayım. huzurla dolan kalbimin sesini duyuyorum suyun içerisinde. güneşe göz kırpıyorum.

ve bambaşka o an: 

bir kuşun kanadından o eşsiz manzarayı izliyorum, gülümseyerek.

[Geride Kalanlar.]

first things first, yıllar sonra yazılarımın listesine geldiğimde, kaleme almak üzere unutmamak için not aldığım konuları gördüm. taslak tarihleri 30 Eylül 2018... önce onlardan bahsetmek istiyorum. daha doğrusu onlardan bahsediyor gibi yapıp, zamanın nasıl da planları savurduğuna, adeta "siz plan yaparken tanrı gülermiş" sözüne bir referans yapmak niyetim.

[Sense8: Post Finale.] diye bir taslak oluşturmuşum mesela, başlığı var, yazısı kalbim kadar boş bir sayfa. heyhat, ben bu harika dizinin keyifli sonunu yazmayı planlarken, nasıl da kopmuş ve kendi evrenimde koşturmaya kapılmışım ve geçen zaman, adıyla sanıyla başlık açtığım bu konuyu nasıl da anlamsız kılmış geriye dönüp bakarken.

Sonra yepyeni bir taslak daha açıp, bu sefer başlıksız ama yazıları yazdığım boşluğa sıralamışım:

Handmaid’s tale
Aretha
Oscar 2018
euphoria

Hey gidi, Oscar 2022 yayınlanmış, Will Smith yumruk savurmuş, Jessica Chastain Oscar heykeline kavuşmuş, West Side Story'nin Anita'sı herkese inat ortalığı yakıp geçmiş, şimdi ne mana ki Oscar 2018. geriye dönüp kazananlarına baktığımda, heyecanla Frances McDormand'ın Oscar'ı kucaklaması ve harika konuşmasından bahsetmeyi hedeflediğimi düşünüyorum ama emin de olamıyorum hani.

Aretha'yı neden not aldığımı yazmama gerek yok. o kusursuz sesi ve ruhuma dokunan şarkılarıyla bu blogda her zaman yer vermek istediğim bir kraliçe. ama mesela geçtiğimiz yıllarda Aretha'nın hayatının filmini, dizisini izledim. bir kere de aklıma gelmedi, aman ben bu konuda yazacaktım diye. ne garip, unutuyoruz. unutmak değil de, zihnimizin köşesinde öncelik çekmecelerine ayıkladığımız onca şey, nasıl da arka planda kalabiliyor, hayret doğrusu.

Handmaid's Tale için bir çok sözüm vardır eminim ki ama hey gidiii neler koptu, Kanada'ya kimler vardı, anın önemini, yıllarla kapanan bir iz olmuş tüm bu konular. 

Son olarak da euphoria. hiç izlemediğim, sonradan çılgın popüleritesi bir yana, en başlarda çok da ilgimi çekmediği için, sonraki çılgınlık trenine hiç katılmadığı düşünmediğim bu dizi, notlarıma nasıl girdi acaba? yani genelde izleyip üzerine konuşurken -ehem, yazarken- izlemediğim bir dizi nasıl da bu blogun konusu oldu, kim bilir?

ben biliyordum tabi ama eskiden. 

ne garip... mürekkebi uçup giden sinema biletleri gibi, bomboş bir sayfa kalmış zihnimde. darısı zihnimdeki diğer konulara *olmasın*...

taslağı sil. onayla.

[Aranağme 19.]

neredeyse 4 yıl geçmiş son yazımı yayınladığımdan beri. gözlerimi kapattım, açtım ki tam şu andayım gibi zamanın hızla geçişine vurgu yapan bir yorumla bu yazıyı taçlandıramayacağım çünkü gerçekten de çok uzun bir dört yıl oldu. neler yaşanmadı ki... pandemi girdi bir kere araya, hayatlarımız belirsizliğin pençesinde askıda kalakaldı. evlere kapandık, bir çözüme dair umut olmadan önce. sonraları aşının heyecanıyla, havaların güzelleşmesiyle biraz daha rahatladık da dünyaya normal gözlerle bakmaya başladık. ya da bu sözlerim en azından bu şekilde bakmaya başlayabilenler için. 

mesela ben, halen kalabalıklara girmekten çekinen, tutkum olarak nitelendirebileceğim sinema ve tiyatro salonlarından uzak duran bir garip huzursuzlukta asılı kaldım. neyse ki bu huzursuzluğu bahar ve yaz aylarında az biraz aşıp (en azından dost meclislerinde yemeklere koşarken), sonbahar kışlarda yeniden kapanmayı seçtim.  neyse efendim, çok da detaya girmeyeyim, bu yazının konusu başlıkta da yazdığım gibi aranağme. 

tekrar klavyenin başına, harflerin bir dokunuş uzağına oturdum. geri döndüm. belki de takip edenler -if at all varsa tabii- diyecek ki, hani yazmak senin için bir varoluş biçimiydi, 4 yıl yazmadın da yok olmadın, biraz abartmışsın diyebilir miyiz RDIM?

geçen hafta, yazmak üzerine, daha doğrusu hayatıma yazıların, hikayelerin nasıl girdiği üzerine bir sohbet içerisindeyken, tüm varlığımla özlemini çektiğimi hissettim bu klavyenin başında olma hissinin. evet, doğru, yazmadım. ama dün geçtiğimiz yılları temize çekercesine tüm  yazılarımı gözden geçirirken, zihnimin bir köşesinde farkında olmadan yazdığımı fark ettiğim binbir konuyla karşılaştım, kavuştum. 

bu geçtiğimiz 4 yılın olaylarından biri olan kırmızı oda dizisindeki doktorumuzun tabiriyle, "meğer ne çok şey sığdırmışım" ben zihnimin benden sakladığı ve tam da vakti gelince önüme döktüğü o yazı çekmecesine. 

derleyip toparlamaya çalışarak, belli bir akış -ya da belirsiz bir akmayış- içerisinde yayınlayacağım. ta ki zihnimdeki o çekmecenin yüklerinden ya da hadi yük demeyelim de, eserlerinden kurtulduğumu hissedinceye kadar. en azından günün geri kalan tüm saatleri boyunca.

allons-y!

30 Eylül 2018

[Avlu: Bölüm 10.]

yıllar önce, aşkı memnu yayınlanırken ben ve bir avuç insan hariç tüm türkiye bu diziyi izledi sanırım. siz ne yapıyordunuz diye sorarsanız cevabım parmaklıklar ardında olurdu. gerçekten de aşkı memnunun yayınlandığı gece, 2 yıl boyunca yayınlanan bu muhteşem dizi türk televizyon tarihinin en underrated dizisi olarak boynu bükük kaldı desem haksızlık etmiş sayılmam bence.

aslında orijinali başka bir ülkede yayınlanan bu dizi, türkiye'ye inanılmaz bir kadroyla uyarlanmıştı. sinop'taki tarihi hapishanede bir kadınlar koğuşunu konu alan dizi, her bölümüyle soluk kesiyordu. her bölüm kadınların hikayelerini öğrendikçe dram üstüne dram hissi, yaşayan bir set olan hapishaneyle birleşince öyle vurucuydu ki, hala anımsıyorum, iç çekip tahtalara vurduğumu. işte kıymetli parmaklıklar ardında'dan yıllar sonra avlu'nun fragmanını ilk gördüğümde o garip hissi özlediğim dank etti önce. sonrasında büyük bir heyecan. en sonunda da büyük bir panik çünkü bilemiyordum nasıl bir yapım olacak, bu kadar beklemişken hayal kırıklığı olacak mı?

efenim avlu başladı ve ben ilk bölümü soluksuz olarak izledim. oyuncuları başarılı seçilmiş ama tabii ki ceren moray (sevgili o hayat benim'in efsunu, beybisi, tüm diziyi soluk soluğa takip ettirip ağlatıp güldüren, finaliyle beni yıkan sevgili ceren moray), demet evgar (komedi türünü sevmesem de komedide yeteneği artık sorgu sual götürmeyecek, son dönemde denk geldiğim oyunlarında 'femme fatale' veya sade ve sadece 'dişilik' üzerinden roller seçtiği için kendi yeteneğini çok fazla gösteremediğini düşündüğüm için biraz üzüldüğüm sevgili demet evgar) ve nursel köse (paramparça'nın görgüsüz, patavatsız, damdan düşer gibi her mevzuya giren, dram düşkünü ama kendi başına incelendiğinde komik bulsak da etrafımızda mutlaka görüp tanıdığımız bir karaktere bürünen nursel köse) dizinin ana güç arterleri. ama sonra ne oldu, hep bir aksilik, program, seyahat derken ben diziyi bir türlü izleyemedim. 9. bölümün sonu geldiğinde sadece 3 bölümü baştan sona yakalayabilmiştim. yakaladığım bölümler ışığında gerçekten de dizinin gidişatından şunu hissetmiştik: demet evgar'ın karakteri deniz karanlık tarafa geçecek. nasıl nasıl nasıl diye bekliyorduk ama olayların gidişatı gösterdi ki,  deniz, çocuğuyla sınanacak. tabi bu benim çok dizi izleyen bünyemin uydurması olabilirdi ama deniz'in kızı ecem'in de tehlikeli sular bölgesine geçince, artık konu kesinleşti gibi.

sonra 10. bölümün fragmanını gördüm.

bölümü izledim.

ne diyeyim ki?

bu bölüm, türk dizi tarihindeki en etkileyici bölümdü bence. ben senaryosuyla, performansıyla, ağırlığıyla ve izleyiciye yaşattığı çöküntüyle daha etkileyici bir bölüm izlemedim. yabancı dizi de izlediğim çoktur, bilenler bilir. yabancı dizi kategorisinde de zirveyi zorlayabilir diye düşünüyorum ama doğru bir karşılaştırma olamayacağından bir benzetme yapmadım. 130 dakikalık bir performans ve yoğunluğu 40 dakikayla karşılaştırmak uygun değil.

bölüme gelirsek...

demet evgar'ın karakteri deniz kızının ölüm haberini hapishane müdüründen aldı, sonrasında tüm film koptu sevgili okuyanlar. o esnada dizinin müziği yükseldi, demet kendine vura vura yıkıldı kaldı. o feryadı duymadık ama içimize işledi, sicim sicim gözyaşı olarak döküldü ve her bir gözyaşının aktığı yer yandı tutuştu. izlerken hep bir hikaye izlediğimizin farkında olarak, hem de bu acıların ne yazık ki gerçek olduğunun farkında olmak istemeyerek izledik. evlerden ırak, kimseyi böyle bir acıyla sınama diye dualarla.

ceren moray beraber üzülürüz derken döktüğüm gözyaşı, nursel köse'nin döktürdüğü lokumlarla öfkeme karışırken, demet evgar'ı aldım, kalbimde apayrı bir yere koyup pamuklara sardım adeta. artık değil kendisi, oynadığı hiç bir karakterde ne bir gözyaşı görmeye takatim var, ne de ayağına taş değmesine. bittim, tükendim.

velhasıl avlu 2. sezonuyla star'da devam ediyor. ben de heyecanla deniz'in yavaş yavaş karanlık tarafa geçişini takip ediyorum. hiç izlememiş olsanız dahi, oyunculuk dersi almak adına, avlu 10. bölüm: izleyin, izlettirin efendim.

[This is Us: Post Season 2.]

üçüncü sezonun başladığı bu günlerde, this is us'ın ilk iki sezonundan bahsetmek apayrı bir keyif olacak benim için.

bu diziyi ilk keşfim bir emmy töreni sonrasında tüm ödülleri toplamasıyla oldu. herkesin bahsettiği, izlediği, ağladığı, dövündüğü, aşkla dolduğu bu dizi nasıl birşeydi ki herkesi bu kadar fethetmişti diye soruyordum ama diğer dizilerimden de pek vakit bulamıyordum. sonra efenim, super bowl bölümü geldi. tabii burada yazdıklarım dev spoiler olacağı için neler olduğunu yazmayacağım ama izleyenler neden bahsettiğimi çok iyi biliyorlar. super bowl bölümünün son 10 dakikasını izledikten sonra dizilerimin bitişini beklemeye başladım. bu dramatik diziye başlamazsam olmayacağdı artık.

derken ilk sezona bodoslama bir giriş, 1.3 ile ilk sezonun sonuna varış, derken 2. sezonun sonu. 3 kardeş, birçok aile, çocukluk, ilk gençlik ve yetişkinlik dertleri. aşk, kayıp, bağımlılık, bağlılık, şöhret, yaratılan hapishaneler, hastalıklar, dostluk. hepsi bu dizide. üstelik mutsuzluk veren demeyelim de hüzün aşılayan sahneleri mutluluk veren sahnelerine oranla bence daha ağır. dolayısıyla izlerken hep içten içe bir "ah" sesi yükseliyor seyirciden. ama o mutlu sahneler o kadar güzel ki, içinize ılık bir his yayıyor, sanki kış gününe baharı müjdeliyor, yaz günlerine serin bir sonbahar yağmuruyla huzur veriyor. sevmemek, takip etmemek ve merak etmemek mümkün değil. mutlaka izleyin efenim.

tüm oyuncuları severek takip etsem de bazılarından bahsetmeden edemeyeceğim. bence ilk iki sezonun yıldızı tabii ki sterling k. brown. onun o yetişkinlik dertlerinde sıkışmış halinden aile babası minnoşluklarına, sanki oyuncuyu değil de yaşananları izledim gibi bir hissiyata kapıldım. beth randall çiftinin güzelliği insanı daha güzel bir geleceğe inandırıyor. dilerim başlarına birşey gelmez!

mandy moore'un kendisini çok takip ettiğim söylenemez. doğrusu bir zamanlar popüler olduğu şarkılar ve diziler hiç ilgi alanıma girmedi. ama this is us çok başka. daha önce yaptığı işlerin çok başka bir boyutuna geçmiş, hayatının en güzel rolünü kapmış diye düşünüyorum. yaşlılık makyajı kısmı beni çok sarmasa da, rebecca'yı mandy moore'suz düşünemiyorum. özellikle jack becca sahnelerinde milo ile uyumu tartışılmaz. kendisini izlerken hem bir haset var içimde, hem de bir kalp sızısı ve tahtalara vurma hali. bu aşk hikayesi hakkında daha fazla öğrenmek için sabırsızlıkla takipteyim.

son sözü tabi ki milo hakkında söyleyecektim, başka türlüsü düşünülebilir miydi? yıllar önce gilmore girls'de kalbimi çalan jess'in yüzü, heroes'a sayesinde başladığım canım peter petrelli. seni çok seviyorum gerçekten. hani çocukluğunu, ilk gençliğini bildiğiniz bir kişi büyür, yuva kurar, aile babası olur da siz uzaktan uzağa hayranlık, gurur ve kadın/erkek aşkı değil ama yaşam aşkı ile izlerken bulursunuz ya kendinizi, işte this is us'ın jack'i bende böyle hisler uyandırıyor. sevgili jess büyümüş, çoluk çocuğa karışmış ve dünyanın en kusurlu mükemmeli olmuş. canım benim, her sahne ayrı bir keyif, bu rol hakkında tartışılabilecek tek konu bıyıkları yakışıyor mu yakışmıyor mu konusu.

izleyin, izlettirin efendim. this is us.

24 Eylül 2018

[Once Upon a Time: Post Season 7.]

eveeet, efendim en sonunda bu yazının da vakti gelip çatmış ve once upon a time ekran ömrünün sonuna gelmişti. sezonlar boyu üşenmeden sıkılmadan ve dahi bıkmadan takip ettiğim bu dizi, yedinci sezonu itibariyle içimi bayan tüm karakterlerinden kurtulmuş ve yıllar sonrasında yetişkin henry ile tekrar geri dönüş yapmıştı. başlarda cinderella ve minik çocuğu alık halleriyle beni tüketmiş olsalar da en sonunda diğer tüm karakterler ile birlikte herkesin her mevzuya uyanması ve tüm ana karakterlerin geri dönüşü ile birlikte güzel bir final en sonunda yapıldı.

ben şahsım adına bu diziyi izlerken, tek dileğim regina'nın mutlu sonunu görmekti. dizinin en başında başladığı kötü kalpli kraliçeden çoluğu çocuğunun peşinde koşan, aşklarını yitiren, dostluklar kazanan, ulen kendi kötü versiyonunun kalbindeki karanlığı kendi kalbiyle bölüştüren bir insan olarak bu kadın artık mutlu sona ulaşamazsa bu diziye hakkımı helal etmiyorum diyordum. ne yalan söyleyeyim, artık robin mi olurdu, yoksam o büyücü abiyle mi bir araya gelirlerdi hiç emin değildim ama gerçekten mutlu son sırası regina'daydı.

rumple'ın belle ile kavuşmaları, hook ve kayıp kızının hikayeleri, zelena'nın yeni evlilik macerası, henry ve jacinda'nın kavuşması, efenime söyliyim victoria ve ivy'nin ana kız dramları iyi güzel bağlandı ama tabii ki yuvarlanarak regina'yı anlatmak için buradayım. söylemeye gerek yok ama bundan sonrası ciddi ciddi spoiler içeriyor, savulun!

mevzuların en sonunda regina tüm realm'leri minnoş storybroke'a getirdi ve herkes mutlu mesut yaşamaya devam etti. peki regina'ya ne oldu? efendim, kendisini bütüüüüüüüün realm'lerin kraliçesi ilan ettiler. üstelik 'the good queen' olarak. zırıl zırıl gözyaşlarım ve en sonunda herkes tarafından kabul edilmiş, güvenilen, simsiyah kostümlerden kurtulan (ki kendisine çok yakışıyordu ama) regina'cığım sevgi karşılığını gördü, onu karşısında görenler yolunu değiştirmedi. tıpkı yüzüklerin efendisi'nin son sahnesindeki gibi charmingler ile birlikte herkes önünde eğildi ve sevgi kazandı.

bu yazının sonuna gelirken regina'yı canlandıran lana parrilla'dan da bahsetmeden olmaz tabii ki. regina'yı normal, evil queen'i derinden sesiyle oynayarak kendi sesiyle birle oyunculuğuna yön veren, bu kostümleri inanılmaz güzellikte taşıyan, yavaş yavaş törpülenen ve yumuşayan karakterine paralel bakışlarını ve hal tavrını değiştiren lana'ya da koccaman bir alkış ve bin teşekkür yollamayı bir borç bilirim. helal olsun sana lana, bundan böyle hep takibimdesin, neyin parçası olursan ol seni izleyeceğim ve verebildiğim desteği vereceğim.

long live the queen, all hail before regina the good queen!

15 Eylül 2018

[Gilmore Girls: A Year in the Life.]

bir resim çizeceğim, bakalım kimler görebilecek?

odamda yatağımın üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorum, içeri alınan balkonumdaki çalışma masamın üzerinde test kitapları var, sallanan koltuğumun üzerinden kalkıp yatağın üzerine tünemiş vaziyet almışım çünkü birazdan dizim başlayacak. akşamüstü vakti. radyoda sevdiğim o kanal yabancı yayınını yeni bitirmiş. televizyonda çoktan cnbc-e açılmış. ya yavaşça yürüyen kaplumbağa geçiyor, ya akvaryumdaki balığa bakan kedi, çok emin değilim ama dizim başlamadan o zamanın popüler bir klibi veriliyor olabilir, baloncuklar çıkıyor, klip hakkında bilgiler veriyor. saat 18.30, kulağımda where you lead, karşımda gilmore girls. lorelai luke'la mutlu olacak mı? rory ve paris gerginliği ne zaman sona erecek? jess mi? dean mi? logan mı?

ilk gençliğim, canım gilmore girls. ben seni izlerken o kadar çok sevdim ki, bu resim gözlerimi kapattığımda hemen karşımda beliriyor. sanki bir düğmeye basıyorum da hoooop sallanan koltuğum daha durmamışken ulaşıyorum eski evimizdeki eski odamdaki yatağımın üzerine.

gilmore girls bittikten 9 yıl sonra yepyeni hikayesi ve tüm karakterleriyle geri döndü, hem de ne dönüş! o kadar mutlu oldum ki, bu 4 bölümlük bal böreğe başlamak için 2 yıl bekledim. ne de olsa bu bölümler de bittikten sonra yeni bir gilmore girls gelmeyecekti!

başladığımda sanki hiç zaman geçmemiş gibi hissettim. lorelai ve rory tam gaz hızlı konuşmaları ve kahveleriyle karşımda. rory a handmaid's tale'de bambaşka bir rolde, paris how to get away with murder'da, jess this is us'ta, doyle'un artık 2 emmy'si var, dean supernatural'da başrollere koşuyor, logan good wife'taydı. herkes bir yerlere gelmiş, sanki çocuklarım büyümüş de tüm dünyada tanınır olmuşlardı. hey gidi, öyle duygulandım ki.

bu yeni sezon 4 bölümden oluşuyor ve yılın dört mevsimine bölünmüş. sonbahar kış ilkbahar yaz diye devam ediyor ve geçişler oldukça keyifli. bazı konularda, dizinin kendisinde çok sert tepkilerle geçilen yerler biraz daha yumuşak bir etkiyle geçmiş, sessiz kalmış, bazı yerler (neydi o  öyle wild heyecanı mesela? ya da o lanet müzikal daha bayık olabilir miydi?) gereksiz uzun tutulmuş olsa da, sevdiğim bu güzel aileyi aynı şekilde (richard'cığım ne yazıkki vefat etmiş...) bulmak beni çok mutlu etti.

gilmore girls çok yoğun ve dolu bir dizi olduğu için konuları tek tek anlatmak bence mümkün değil. ama şunu söyleyebilirim: dizinin son cümlesinde öyle birşey oldu ki, bilgisayarı kaldırıp tavana fırlattım, o derece şok şok şok! yani bilemiyorum bir tek ben mi bu kadar şaşkınlıklar yaşadım ama hakikaten beklemiyordum. dizinin bitmesine 2 dakika kalmış, tamam, bazı şeyleri izleyicinin hayal gücüne bırakırsın ama bu kadarı bana fazla geldi. hemen en acilinden yeni bir sezon, en azından bir bölüm ya da hiç olmadı bir son söz filan istedim.

verdict: gilmore girls izleyip de yıllar sonra gelen bu yepyeni 4 bölüme insanın kayıtsız kalması mümkün değil. ben çok takıntılı (o orda şöyle demişti şimdi bu dediğiyle tutmuyor yalnızcı bir profili kastediyorum) bir izleyici değilim o sebeple mutlu mesut izledim, yine olsa yine izlerim. tavsiye ediyorum, izleyin izlettirin efenim!

son uyarı: izledikten sonra 1 ay sadece where you lead dinledim, müzikleri bulaşıcı, carole king konuk oyuncu bile oluyor, baştan hazırlıklı olun bence!

[True Blood.]

efendiiiiiiiiim, yine uzun ısrarlar sonucunda başlamak zorunda kaldığım bir başka dizinin günlüğünde beraberiiiiiz! bu diziye bu kadar zaman mesafeli durmamın sebebini bir kelimeyle açıklıyorum, hazır olun: jossverse. yani diyeceğim şu ki, ben vampir antolojimi buffy angel ile kapattım, doğaüstü olaylarımı da charmed ile cilaladım, penny dreadful'la da zirveye taşıdım. dolayısıyla yeniden bir vampir hikayesi izlemek bir kenarda dursun, vampir/insan aşkı izlemeye takatim sıfırın altındaydı. ama ne yapalım, dost belası, başladık bir kere bu diziye.

ilk notlarım şu şekilde: diziyi 1.7 hızıyla izledim çünkü gerçekten çok yavaş akıyor. güney aksanlı ortamlarda geçen dizide iklim apayrı bir karakter. hep bir ter içinde kalma, hep bir yapışık olma hali dizinin hızına da yansımış. ama ben çok hızlı (bana göre normal hızda) izlediğim için hız bir dert olmaktan çıktı.

gerçekten de bir fikirsiz sookie kızımızın peşinde dağ gibi adamların koştuğu bir diziymiş diye özetleyebiliriz true blood'ı. ama dizinin başında ince ince işledikleri, ama aslında sookie insan ötesi birşey mesajı gerçekten ilerleyen sezonlarda karşımıza çıktı. tüm bu vampir ve romansların yanında favori karakterlerimi açıklıyorum: jessica ve hoyt. bu ikilinin hikayesi ve devinimlerini izlemek çok keyifliydi bence. bir de teenage vampir kafasını özellikle merak etmiştim, çok şükür vampir olmuş dawn sendromundan çok çabuk çıkan bir jess gördük karşımızda. bunun dışında tabii ki favorilerimi söylemeye gerek bile yok, zira koskoca dizide iki tane  var: alexander skarsgard ve kristin bauer van straten nam-ı diğer eric ve pam! bu iki karakter çok havalıydı, helal olsun! eric pam'in atası konumunda, dolayısıyla özel bir bağları var, pam eric'e accayip korumacı davranıyor, eric'in arkasını topluyor. özellikle de pam'in ay ben bu bullshitleri çekemem yalnız havası bana accayip regina'yı hatırlattı ve gülümsetti. eric'in ince zekalı kıhkıh gülerek yaptığı espriler ve başlıbaşına kendisine hayran olmamak zaten elde değil. özellikle de atası olan vampir hakkındaki olaylardaki duruşu beni çok etkiledi. dizide bahsetmeden olmaz diyeceğim diğer karakter ise jason. yani bir insan bu kadar mı lost olur, ben bu işi çözemedim. hep bir şans eseri bir yerde olmak, hep bir fuckerboy havalarıyla kaypak bir şekilde 4 ayak üstüne düşmeler, hep bir salaklık şapşallık. doğrusu kendisini gülümseyerek izlesem de arasıra duvara çarpmak istemedim desem yalan olur. dizide daha birçok karakter var ama benim aylar sonrasında aklımda kalan sevdiklerim bunlardan oluşuyor diyebiliriz.

ayrı bir paragraf açma ihtiyacı duydum. bu diziden bir de nelsan ellis geçti a dostlar. dizideki adıyla lafayette dizideki en renkli karakterlerden biri. hem alengirli işlerin altından kalkıp hem de sevdiklerinin hep yanında duran bu adam bizi hep gülümsetecek derken, ben diziye hemen başlamadan önce maalesef vefat etti. hayranların ne kadar üzüldüğünü ancak diziye başlayınca anladım, anlayabildim. yazık, çok yazık...

bölümlere ve genel hikayelere gelince, aslında hemen her varlık türü (yaratık demeyeyim ama kurtadam, vampir, peri, anladınız siz ne demek istediğimi) karşıma izlediğim dizilerde çıktı. o sebeple beni yerlere düşüren şoklara sokan bir olay olmadı. ama yiğidi öldür, hakkını yeme: true blood konsepti harika. efendim olay şöyle: vampirler gün yüzüne çıkmış, true blood diye bir içecek seri üretime geçmiş, vampirler kan yerine bunu içiyor, insan/vampir ayrımcılığının önüne geçilmek isteniyor gibi bir dünya kurmuşlar. bir nevi izombie'nin geçen sezonu ama tabii true blood çok daha eski izombie'den. bir sürü romanın deyimiyle creatures of darkness gün ışığına çıktığında ne olur diye hep düşünmüştüm, bu bambaşka hayal alemini görmek çok hoşuma gitti.

eğer ki merakınız varsa izleyin derim. ama eğer ben bu antolojileri izledim, artık tekrardan kaçmak istiyorum, eh, dev kayıplarınız yok. ama eric ve pam'in harika replik ve sahnelerini kaçırmaya razı gelmiş olacaksınız, o kadarını söyleyeyim. eric ve sookie geyiglerini ben size sonradan anlatırım, o cephede kaybınız yok. 

[Yazın Bitişi.]

kendi başına anlamı olmayan nesnelere hemen hepimiz bir noktada gözyaşı dökmüşüzdür. gözyaşı bu işe dahil olmasa bile en azından gözümüzün önünden kaldırmış veya özellikle 'o' kutuyu açıp bakma ihtiyacı hissetmişizdir. o nesnenin iyi anılar veya kötü anılar canlandırması bir yana, bir nesnenin zamana ilişkin bir fikir vermesi bana hep çok garip gelmiştir. tabi aslında meyve sebze de bu hissi veriyor, şeftalı yaz meyvesi, yaz aylarını müjdeliyor ama benim demek istediğim o nesnenin kendisi ve o anki özel konumu. sözü nereye getiriyorum?

tabii ki domates salçası.

çocukluğumdan beri yaz tatilinin bitişini ne havaların soğumasından hesapladım, ne okulların açılış tarihinden. benim için yaz tatilinin bitişi, yapılan domates salçasının o metal tepsiye konup ufak sahil kasabasındaki merdivenlerin köşesine konmasıyla gerçekleşen, gerçekleşmeye başlayan bir devinim.

bu yıl tekrar o manzaraya denk geldim. içimi bir hüzün kapladı. elbette ki şehre geri dönüş hüznünü de içeren bu hüzün, bir nebze de yılların geçişini fark etmekten kaynaklı. hey gidi okul zamanını saydığım günler, şimdi trafik derdine bile takip etmiyorum ki sizi.

ben ne zaman büyüdüm, çocukluğumun salçası ne zaman tepside o köşeye kondu acaba?

[Tozlu Canlı Eşyalar.]

Anneanneciğim ve dedeciğimi kaybedeli 6 yıl oldu. ay hesabı yaparsak daha fazla. kış boyu birbirimizden uzak olsak da, uzaklığın sevgiyi etkilemeyeceğini bana gösteren bu biricik insanların kalbimde bıraktığı sızı dinmedi. belki her an değil ama işte o bir an, sanki gönlüme giren bir kramp gibi içimi titretiyor.

Bu yaz, her yaz olduğu gibi o ufak sahil kasabasına gittim. anneannemlerin evi içinde kimsenin yaşamamasından dolayı eskimiş, sanki harabeleşmiş. içeriye ister istemez giriyoruz, ailemizden birinin evini kurarken mutfak eşyalarını kullanalım, burada yitip gitmesin dedik mesela. ya da ne bileyim, ne var ne yok diye giriyoruz, ne durumda diye giriyoruz, alışkanlıkla giriyoruz işte...

Girdiğimde beni vuruyor. dedemin anahtarlığı, gözlükleri, fotoğraflarımız, guguklu kuşun zincirsiz ağırlıksız boş hali, duvardaki saatler, cdler, kasetler... bir dolabın içinde hiç açılmamış atari kutusu, bir zamanlar pötibör bisküvilerimi yumuşasın diye sakladığım şeker kutusu, anneanneciğimin mis kokulu havluları verdiği kiler dolabı. eve girdiğimde derinden hissettiğim bu bilgiyi paylaşmak adına yazıyorum aslında bu yazıyı: ne olur herşeyinizi kullanın çünkü eşyalar ölmüyor. hiç birşey saklamaya gelmez, ertesi gün olmayabilir, o misafir gelmeyebilir. insanlar ölse de yaşamaya devam eden eşyalarını kullanılmamış buldukça ölüm tekrar tekrar yaşanıyor.

Üzerinde etiketi duran tava, leke tutmaz örtü, hepsi yerin dibine batsaydı da görmeseydik. bir yandan da kalbimin en sırça köşkünde saklasam her birini, mümkün değil mi?

Mutfak eşyalarını alıp diğer mutfağa yerleştik, gerçekten de tam bir mutfak oldu tabağıyla çanağıyla. bir gün orada pasta keserken dolabı açtım tabak almak üzere, çekmeceyi açtım çatal almak üzere. tabak ve çatal yanlış yerdeydi. yanlış zamandaydı. üzerindeki yıldız deseniyle bir çatal insanın canını nasıl bu kadar yakabilmişti? hala heryerde satılan o su bardağının üzerindeki parmak izleri dahi çoktan uçup gitmişken bu sızı ne zaman bırakacaktı beni acaba? ya da gerçekten bırakmasını istiyor muydum?

tek bildiğim bir zamanlar sevdiğim bir dizide söylendiği gibi sevgi ölümden daha güçlü. kişiler gidiyor ve eşyalarıyla birlikte derin bir sevgi bırakıyorlar geride. başka söyleyecek birşey yok.

lütfen eşyalarınızı kullanın.

hepsi bu.

[Aranağme 18.]

uzun süre sonra ilk kez yazmaya başlayınca önce ajandalarımı önüme serdim neler yaptım neler gördüm diye. sonra sanki antivirüs programı gibi çalışmaya başladı zihnim. hani koruma için virüs tarama önerir önce program. kısa tarama ile başlarsın, sonra ne olursa olur ve bilgisayarın önündeki 4 saat boyunca milyarlarca belge tarar ve sen hiç birşey yapamadan ekrana bakakalırsın ya hani. işte benim de önüme açtığım yazılacak şeyler sayfam gittikçe uzadı, çoğaldı. snaki oraya not alınca zihnimden fiziken bir ağırlık kalktı, manevi ağırlığından bahsetmiyorum bile. meğersem ne çok şeyi aklımın köşesinde tutup hiç kapanmayan bir not defteri gibi pilimi tüketiyormuşum! kesinlikle bir hedef koymam gerektiğine karar verdim. en azından aylık olarak burayı güncellemeliyim. hayır, bu hobi olarak yaptığım daha doğrusu zihin sağlığı için tuttuğum bir blog. ama farkında olmaksızın bu yazı ihtiyacı kendini arkaplanda besledikçe yoruyormuş beni. o sebeple aylık periyotlarda not alıp buraya dönmeye kararlıyım. geçenlerde bildirim maili almasam (hesabınız uzun süredir aktif değil hu huuuu konulu) ne zaman bu şahsi yapılacak listemdeki en üst kategori önemdeki soluk almayı başlatacaktım ben? yok yok, kesinlikle aylık bir periyot koymalı. en azından zihnimdeki o not defterini ayda bir kapatır temize çekme fırsatım olur. bakalım, haydi hayırlısı.

uzun süredir yazamadığım dizi, film ve oyunları yazdım az biraz. burdan sonra birkaç ağır yazım olacak. sizin için değil belki ama bana yük olan. devamında eski ritimden devam edeceğim gibi görünüyor.

[How To Get Away With Murder S4E13: Lahey v. Commonwealth of Pennsylvania.]

en son how to get away with murder hakkında yazdığımda, 1. sezonun ardından hissettiklerimi yazmıştım. bu zamanı yakalamak adına açıklıyorum: her bölümünü soluk soluğa izledim. zira sezonun ilk yarısı başladığında bir olaydan geriye doğru gidiyoruz ve o olaya doğru yaklaşıyoruz. ikinci yarısı başladığında ise o olayı yakalayıp gelecekteki gizemli finale doğru koşuyoruz. dolayısıyla beşinci sezonu beklediğimiz şu günlerde doğrudan söyleyebilirim: her bölümün son 2 dakikasına konsantre olduğum kadar üniversite sınavında bile odaklanmamıştım bence.

bu diziyle ilgili ikinci sezonda korkum şuydu: hep mi cinayet olacak yani, ya kabak tadı verirse? ama bence cinayet konusunda olayların akışını çok makul tutup başka olaylara giriştiler, çok da keyifli ve sürükleyici oldu. üstelik arada bir de class action yaptılar ki tadından yenmedi dizi. velhasıl beşinci sezonu beklerken yepyeni heyecanlarım ve fragmanını gördüğüm için 'yine mi cinayet / bu sefer kim öldü?' temalı sakladığım dehşet çığlıklarım var. ama şu anda geçen sezonun beni en etkileyen bölümünden bahsetmek istiyorum.

bu blogu okuyanlar fark etmiştir mutlaka. ben çok dizi takip ediyorum. bu takip bazen yorucu olmuyor mu? elbette oluyor. ama insan sevdiği birşeyi yaparken ona zaman bulmakta sorun yaşamıyor, bulduğu zamanda kaçırdığı bölümleri takip ederken, hayatındaki diğer keyiflerden vazgeçmiş gibi hissetmiyor. tam tersi, aslında kendime vakit harcadığım için huzur ve mutlulukla doluyorum. bu kadar çok dizi izlememin sebebi bambaşka dünyaları tanımak aslında. beğendiğim ve takip ettiğim türler az çok belli olsa da, asıl hedefim ufkumu açmak, işten eve geldiğimde bu semalarda oturmak yerine sevdiğim karakterlerin semalarında uçmak, ekran vasıtasıyla vize almak belki de. insanları zorlayan, sınırlarını test eden, dram ve neşeleri, zaman yolculukları ve siyasi oyunları, hapishane koğuşlarını, cadıların sihirli alemlerini takip ederken elbette ki hayal gücümü besliyorum. ve bazen diziler hayal gücümüzü beslediği kadar gerçek hayatı da besliyor. olmayacak, imkansız denenleri gerçekleştirip, en ulaşılmaz dediğimiz hayali gerçek haliyle önümüze sunuveriyorlar, önyargıları kırıp kanatlandırıyorlar bizi. işte how to get away with murder'ın dördüncü sezon 13. bölümü böyle bir bölümdü. Imdb'den aldığım ve bölümün vurucu cümlelerini aşağıya ekleyeceğim. eğer spoiler görmek istemiyorsanız, bu noktada ayrılmanız gerekiyor.

"Racism is built into the DNA of America. And as long as we turn a blind eye to the pain of those suffering under its oppression, we will never escape those origins. The only safeguard people of color have is the right to a defense, and we won't even give them that. Which means that the promise of civil rights has never been fulfilled. Due to the failure of our justice system, our public defense system in particular, Jim Crow is alive and kicking; laws that made it illegal for blacks and whites to be buried in the same cemetery, that categorized people into quadroons and octaroons, that punished a black person for seeking medical attention in a white hospital. Some may claim that slavery has ended. But tell that to the inmates who are kept in cages and told that they don't have any rights at all. People like my client, Nathaniel Lahey, and millions of people like him who are relegated to a subclass of human existence in our prisons. There is no alternative to justice in this case. There is no other option. To decide against my plaintiff is to choose lining the pockets of prison owners over providing basic defense for the people who live in them. And is that the America that this Court really wants to live in? Where money is more important than humanity? Where criminality is confused with mental health? The Sixth Amendment was ratified in 1791. It's been 226 years since then. Let's finally guarantee its rights to all of our citizens."

Annalise keating bu cümleleri sarfederken gözyaşları içerisinde ekranı izliyordum. viola davis'in boynuna atlayıp sarılmak geçiyordu içimden. shonda rhimes'a müteşekkirdim. çünkü bazı şeyleri kurguda söylemezsek, gerçekte olamaz gibime geliyor benim. korkuyorum. ama işte bazen televizyonda izlediğim en güzel bölümle birlikte umut doluyorum.  konuşabiliyorsak mümkündür, mümkünse olabilir. gönlümden geçiriyorum hakedilen yarınları, umutları.

neden olmasın?

[Scandal.]

diziyi heyecanla takip edenlerin baskısına dayanamayıp en sonunda başladığım ve keyifle sonuna geldiğim bir dizi daha sayın seyirciler. evet evet scandal'dan bahseiyorum.

dizinin kısaca künyesinden bahsetmek gerekirse amerika'daki TGIT gecelerine ev sahipliği yapan shonda rhimes'ın yarattığı bir dizi scandal. zaten shonda rhimes dedikten sonra başka bir isimden bahsetmeye gerek yok, dizi koşulsuz bir şekilde insanı içine alıp soluk soluğa kendisini takip ettiriyor. oyunculara gelirsek, kerry washington başroldeki olivia pope rolünde efendim. bu isme dikkat: olivia pope. ben annalise keating ve how to get away with murder'da şapkalar üzerine şapkalar çıkarırken öğrendim ki bu dünyada bir de olivia pope varmış. hayran olmamak elde değil. özellikle styling'i de çok başarılı bulduğumu söylemeliyim, ki ben çok stiling işlerinden anlayan biri değilim. ama o ceketlerin tiril tiril bluz ve çantaların ne kadar özel olduğunu anlamak için diplomaya gerek yok, kendilerini belli ediyorlar. dizinin künyesinde daha önce tanıdığım insanlar çok yok aslında. bir tek bellamy young'ı (mellie) tanıyormuşum ama tanıdığımın da farkında değilmişim doğrusu. kendisi xfiles'dan scrubs'a, criminal minds'dan ghost whisperer'a birçok dizimde görünmüş meğer. geç gelen bir bilgi, oysa ne yetenekli bir kadınmış, hey gidi sonradan keşfetmiş oldum. bir de tabii grey's anatomy alumni, meredith'in annesi kate burton. kendisini ne zaman görsem hem korkuyorum hem de uzaklara gidiyorum, yetenek kadının genlerinde var zira richard burton'ın kızıymış. evet, elizabeth taylor'ın richard burton'ından bahsediyorum. vay canına.

neyse efenim konuya gireyim biraz. olivia'nın bir bürosu var, bunlar üst düzey yöneticilerin, siyasetçilerin, zenginlerin filan skandallarını kapatıp hikayesini yönlendirip rezil rüsva olmalarını engelliyorlar. ben şimdi böyle kısaca anlattım tabii ama özellikle ilk iki sezondaki skandallar yıkılıyor, o süperzekalı bir şekilde olayları çözmeleri filan izlerken dudağınız uçukluyor, bağımlısı oluyorsunuz, bırakamıyorsunuz. sonra yavaş yavaş OPA (olivia pope and associates diyorlar kendilerine)'daki diğer karakterlerin geçmişini öğrenip onların hikayelerine dalıyoruz, olivia'nın aile geçmişine girişiyoruz derken ortalık karışıyor. zira bütün bu olaylar koparken bir yandan da olivia, seçim kampanyasını yürüttüğü başkan fitz'in metresi rollerinde. fitzgerald grant III karakterini de tony goldwyn oynuyor. evet soyadındaki goldwyn, metro goldwyn mayer (GRRRRR ASLAN EFEKTİ)'in goldwyn'i. dizi her bölüm skandal yapıp bir de sezon olayı kurarken çok keyifli gidiyor gitmesine ama sonra bu metres dramları, süper gizli CIA örgütleri ve bitmek bilmeyen b613 hikayesiyle biraz bayabiliyor. ama o bayık yerleri geçtiğinizde, dizideki 'white hat' hikayesi daha da cezbediyor sizi. biz skandalları kapatırız ama kötüleri korumayız gibi özetlenebilecek bu anlayış, karakterlerimizi en kötü noktalara götürse de final bölümlerinde güzel yerlere getiriyor diyebiliriz.

velhasıl, eğer tavsiye ediyor musun diye sorarsanız, evet ediyorum diyebilirim. ama dizi her uzun soluklu dizinin düştüğü tuzağa düşmemiş demek biraz iddialı olur. ne demek istiyorum? 22 bölümlük sezon yaparsanız sezonun heyecanı kaçabilir, durağan olabilir, dizi sünebilir. biraz bu hissi verse de son 3 sezonda ortalığı topladıklarını söyleyebiliriz. özellikle dizide iyi/kötü (beyaz/siyah şapka) kavramlarıyla oynamaları, adım adım karakterlere ilişkin bilgiler sunmaları çok keyifli.

karakterlerden kısaca bahsetmek gerekirse, olivia pope adı marka olacak nitelikte bir kadın. o bir olivia pope. tanımanız şart, hayran oldum bu güce. grant ve sağ colu cyrus'a girmiyorum, içimi baydılar. güç aşığı ile saftirik hep sütten çıkmış ak kaşık kalan aşık rolleri beni gerçekten çok sıktı, ben o defterleri buffy'de filan kapattım bence. OPA'deki karakterler de merak uyandırsa da ben en çok abby'i ve savcı abiyi sevdim, net insanlardı ve özellikle abby'nin zayıflıkları, güçlü anları ve komedi yorumları beni çok güldürdü. huck ve quinn, hiç ilgimi çekmediniz ne yazıkki, charlie'yi çok sevdim. karakterin baştan sonra gelişimine tanık olmak çok güzeldi. ve tabii ki en sevdiğim karakteri en sona sakladım: mellie. mellie'nin o itaatkar eş rolünün altında nasıl bir kaya, nasıl dramlar, nasıl bir boşvermişlik ve güç çıktı, gözlerime inanamadım. özellikle son sezonda -ne olduğunu söylemeyeceğim ama şu kadarını söyleyebiliriz- tüm dünya ve amerika'daki kadınlara karşı üstlendiği o sorumluluk bilinci benden binlerce yıldız ve kalp kaptı. filibuster sahneleri ise inanılmaz, helal olsun, özendim, umutla doldum!

son olarak bir de crossover keyfine değinmem gerekiyor. efenim how to get away with murder'la bu dizinin yaratıcısı aynı olduğundan, bir bölümde annalise ve olivia güç birliği yaptılar. bence scandal cephesinde çok vurucu bir bölüm olmadı bu konu, sadece olivia'nın anne problemleri ile ilgili yumuşak karnını gösterdi bizlere. ama how to get away with murder bölümü gördüğüm en güzel bölüm olabilir televizyonda. onu ayrı bir yazıda yazacağım, diyalogları doğrudan alıntılayacağım. şu kadarını söylemek lazım: tadına doyum olmadı. helal olsun! crossover gibi crossover.

final verdict: scandal'ın finalini gerçekten beğenmedim. yani finalden önceki bölümde havada kalıp bitse belki de daha mutlu olacaktım. özellikle de son bölümdeki o DEV olay (izleyenler kimden bahsettiğimi çok iyi anladı bence) kalbimi kırdı, bu kadar da değil yani, burası X mi kardeşim? X dedim çünkü aslında söylemek istediğim dizinin adını verirsem, onun da son bölümünde bizi yerlere düşürdüğünü ve ağlattığını anımsayanlar olabilir, tadını kaçırmayayım. yine de beyaz saray entrikası görmek isteyen, cidden bir krizin nasıl yönetilebildiğini birinci kaynaktan görmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir kaynak. hey gidi uğruna savaş açılan truvalı helen'in izdüşümünü bize yaşatan yazarlar, sağolsun varolun!

[Yaşamaya Dair.]

hani bazı şarkılar olur, bazı şiirler olur, roman ve öyküyü geçtim de, cümleler olur, kelimeler olur, farkında olmadan süzülüverir gözyaşlarınız, engel olamasınız. sanki o'nu duyunca bir düğmeye basılır yüreğinizde, güzelliğinden, hüznünden, umuttan ya da umutsuzluktan gözyaşlarınızı saklayamazsınız, set çekemezsiniz, durduramazsınız. durdurabilirim sanarsınız, boğazınızdan sizden çıktığına inanmadığınız o boğuk çığlıkla birlikte bir hıçkırık çıkar. işte yaşamaya dair şiiri benim için öyle birşey. parmaklarını hayata geçirmeye çalışan ölüm döşeğindeki bir hastayı anımsatıyor bana. son anında bile iyi olmaya çalışan, hayatla hesabını kitabını kapatmış ama yine de güzellik bırakmaya çalışan birini. kaybettiklerimin anısını, kazanacaklarımın hayalini. gözyaşlarıma engel olamıyorum.

durum böyleyken bu şiiri bir de genco erkal'dan dinlemek/izlemek.

tülay günal'dan 'elini ver, nerde elin?' sorusunu duymanın buruk acısı, sesindeki o kırıklık.

sıla neresidir? sertab erener'in dediği 'annemin sesiyle güne uyansam' diye tuttuğun dilek, evin, ailen, şehrin midir? ülken midir? özlediğin çayın, memlekete döner dönmez aldığın bir kutu yoğurt mudur?

güneşin sofrasında nazım ile brecht'e çok benzer bir akışı olsa da, o müzikler, şiirler, sesler, yiğidim, aslanım ve güzel şair için izlemeye değer. kaçırmayın.

çok ağlattınız beni çok, her gözyaşım helal olsun!

[Çavdar Tarlasındaki Asi.]

Zamanında "catcher in the rye"ı okurken içimin baydığını öyle net hatırlıyorum ki... herkese kulp takan bu çocuk ve buhranları beni nasıl da sıkıntılara sokmuştu. hem de bu sıkıntıların bir sınavda soru olarak karşıma çıkması ihtimali ayrı bir dertti benim için. anlayamadığım bir buhranı nasıl kavrayabilir ve sorularını cevaplayabilirdim ki?

Yıllar önce bu düşüncelere sahip olduğum bu kitap, yıllar sonar tekrar okuduğumda -belki de artık yetişkin şapkası taktığımdandır kimbilir- daha derin bir etki bıraktı bende. hayatındaki değişimleri ve etrafındaki insanları anlamaya çalışan (anlamak istemeyen mi diyelim, yoksa doğrudan çocuklukta kalmak isteyen mi?) bu holden'ın hikayesinin hikayesi bu filmde karşıma çıktı.

Filmle ilgili birkaç gülümseten not: yazar ve yönetmeni danny strong. hey gidi kendisini buffy'de jonathan olarak tanımış, gilmore girls ile tekrar görünce sevinmiştik. sen ki intihara meyilli, dark willow'a sebep olangillerden jonathan danny strong, artık iki tane emmy'si olan biri oldun ya, vallahi elimde büyüdü dememek için kendimi zor tutuyorum sayın seyirciler. daha da yüz güldüren bir isim daha: victor garber. hey gidi benim biricik thomas andrew'um, canım titanic'in canım mimarı, alias'taki jennifer garner'ın babası. seni tekrar karşımdaki ekranda görmek beni çok mutlu etti, ah canım benim! son bir bonus daha vermek gerekirse: sarah paulson! bu kadın ne yapsa kotarıyor, ne yapsa yakıştırıyor ve gerçekten o karaktere bürünüyor, hayran olmamak elde değil!

film konusuna gelirsek, efendim catcher'ın yazılışına dair hikayeyi verip, daha çok yazarın hayatına odaklanan bir film olmuş. sevdiğin bir yazarı / müzisyeni yakından görmek insanı hayal kırıklığına uğratabilir ya hani, bu da öyle bir film. bu kadar yabanilik bana fazla gelse de yazmanın hayat biçimi, engellenemez bir içgüdü, tutku olduğunu göstermesi insanı mutlu ediyor ve az biraz bu huysuzluğu özümser hale getiriyor. ama ne yazık ki yazar olarak sevseniz de hayatımda böyle birini istemem noktasına itiyor biraz sizi bu film. yani en azından bana böyle düşündürdü, sizi bilemiyorum.

Okuduktan 15 yıl sonra karşıma çıkan bu filmle birlikte bana bambaşka bir nostalji yaratan filmi, kitabın hikayesini görmek adına öneriyorum. ama tabii kitabı daha önce hiç okumadıysanız o çok ince kitap referanslarını kaçıracağınız için çok da iyi bir tercih olmayabilir film meraklıları için. ilginiz varsa, izleyin ve dikkatle izlettirin efenim.


[Işıltılı Haşereler.]

Daha önce hepimizin öyküsü aynı'da izlediğim pınar çağlar gençtürk'ün bir başka oyununa daha gittim ve hiç pişman değilim! o ilk oyunda kadronun geri kalanı ve oyunun metninden o kadar etkilenmiştim ki gözlerim dolarken kahkaha krizlerine girdiğimi hiç unutmuyorum. o zamandan bu zamana, tekrar aynı ismi künyede görünce hemmen biletimi aldım! konuyu okusam da çok fikir vermedi ama tek perde olmasıyla seyirciyi şoke edeceğine ilişkin inancım tamdı, gerçekten de öyle oldu.

oyun hakkında bilgi vermek istemiyorum zira gerçekten mevzuya ilk uyandığınız o andaki şaşkınlık hissini elinizden alırsam oyunun amacını boşa harcamış gibi olacağım. şunu söylemek gerekiyor ki pınar çağlar gençtürk ve ona eşlik eden eşi rolündeki ünal yeter inanılmaz bir performans sergiliyor! oyunun çoğu bu iki oyuncuyla geçse de selen uçer arada katılıp kilit yerlerde konuşmaları yapıyor, sözleşmeyi sunuyor size. oyun bitip ışıklar kapandığında ise alkışlamak için ayağa kalkmadan önce herkesin bakışlarında, kendi içlerine dönüp acaba dediklerini görüyorsunuz.

şaşkınlık yaratan, güldüren, etkileyen, paranoya, vicdan ve insan istekler hakkında bambaşka bir yere götüren bir oyun ışıltılı haşereler. izleyin, izlettirin efendim!

[Notre Dame De Paris: The Musical.]

son yazdığım zamandan bu yana tuttuğum ajandaları açtım, sayfalarda gezinmeye başladım. belki kronolojik gitmek en güzeliydi ama dayanamayıp, gözlerimi alamadığım bir gösteri deneyimi yaşatan o müzikalle bozacağım bu uzun aradaki sessizliği, notre dame de paris...

lisede bir arkadaşımdan kopya bir cd ile alıp ingilizce altyazıyla izlediğim bu müzikali, daha sonra kaç kez izledim, şarkılarını baştan sona kaç kez dinledim bilmiyorum. hiç fransızca bilmezken sözlerini ezberlediğim, kitabını okurken gözyaşlarıma engel olamadığım, gönlümde apayrı bir yeri olan paris'te gezerken şehrin kalbinin bulunduğu yer olarak düşündüğüm yer, notre dame de paris.

yıllar önce ingilizce versiyonu gelmişti ve ben gitmemekte son derece kararlı durmuştum. sanki belleğime kazınan oyuna ihanet ediyor gibi hissedecektim izleseydim, biliyorum. ne mutlu bana ki müzikal sihri yüzümü güldürdü ve en sonunda fransızca orijinal versiyonu karşıma çıkardı. doğrusu koltuğumda otururken çok endişeliydim. phantom of the opera sendromum gibi, bir müzikali her sözü her ritmi ve onunla özdeşleşen insanların sesiyle hafızana aldığında, bildiğin patikalardan sapan her yol yabancı gelir, kulağını tırmalar. ya quasimodo'yu sevmeseydim? esmeralda, sonu için gözyaşı döktüğüm esmeralda olmasaydı? oyun başlarken bu endişe içimde olsa da, şarkı şarkı silindi ve oyunun sonunda yerini esmeralda ve quasimodo için hüzün, bu deneyim için ise sevinç gözyaşlarına bıraktı.

daha önce müzikali bir kenarda oynatıp, her bir şarkı için hissettiklerimi kelimelere dökmüş, dökmeye çalıştım. şarkı şarkı hissettiklerimi tekrar yazmaya gerek görmüyorum. ama bir kameramanın çekimiyle sabit açıdan izlediğim o müzikali geniş bir açıyla kendi gözlerimle görmenin sevincini tarif etmem mümkün değil. quasimodo, garou'nun quasimodo'sunu aratmadı, esmeralda bence helene'den daha bile iyiydi, ki ben helene segara'yı çok severim, phoebus'ü çok sevmedim ama sanırım sevmememdeki sebep phoebus'ün karakterinin kendisiydi. orijinal müzikalde de sevmedim desem yalan olmaz, aynı şey fleur-de-lys için de geçerli tabii ki. gringoire ve clopin'i de beğendim. ama frollo, daniel lavoie'dır, daniel frollo'dur benim için. dediğim gibi çoğu oyuncunun sesinde hiç bir hayal kırıklığı yaşamadım. dekor ise ayrı bir efsaneydi. yani işin özünde orijinal müzikale bakarsanız çok fazla dekor olmadığını görüyoruz. burada da benzer şekilde objeler kullanılmıştı. benim bayıldığım şu oldu: alıştığım kamera açısından değil de kendi gözümün istediği yeri takip etme özgürlüğü mükemmeldi.

velhasıl, danse mon esmeralda ile birlikte gözyaşlarına boğuldum, ave maria ile hüzünlere sürüklendim, les oiseaux ile efkarlandım, lune ile bambaşka diyarlara gittim. uzun yıllar beklememe, izlememe, okumama ve dinlememe değdi. iyi ki varsın victor hugo, çok güzeldin notre dame de paris!

[Aranağme 17.]

en son harflerin başına oturduğumdan beri 14 ay geçmiş. inanamıyorum... oysa hayatımda o kadar çok değişiklik, keyifle takip ettiğim etkinlik ve derin düşünce anlarında 'bunu yazmam şart' dediğim an oldu ki... Temmuz 2017'den bu yana not tuttuklarımı, aklımda kalanları aktarmaya çalışacağım. bakalım kelimeler gerçek zamanlı hayatı yakalayabilecek mi?

11 Temmuz 2017

[House of Cards Post Season 5.]

bu dizi bir başka dostum! tadına doyum olmuyor resmen.

genelde tüm sezonu tek seferde izleyip bir yılı yeni bölüm beklemekle geçirdiğim için açıkçası önceki sezonlardaki devinimleri unutuyorum. previously kısımları az biraz yardımcı olsa da, suyunun suyu kritik ince detayları çok hatırlayamıyorum ne yalan söyleyeyim. ama yine de frank ve claire underwood çiftinin bu güç oyununu izlemek bir başka oluyor!

her zamanki gibi bu sezonu da bir hafta sonu süresinde izleyip, tadına vardım sayın seyirciler. tabi böyle üstüste izleyince sezon için konular kolay kolay dağılmıyor, ayrıntılar kaybolmuyor. bu sebeple herkese de bu şekilde öneriyorum.

sezon hakkında uzun uzun yazmayacağım. ama dizinin hem uluslararası anlamda yaptığı sembolik göndermeler, hem de paralel (ya da dikey mi demeliydim) evrendeki hikayelerini gördükçe keyif üstüne keyifler yaşadım itiraf ediyorum. üstelik claire / frank ikilisi eksenindeki kapışmalar da soluk soluğa bir telaş yaşattı bana.

internetlere baktım, seven olmuş, sevmeyen olmuş. sıkılan olmuş, coşan olmuş. ama ben çok beğendim. tabi ilk sezonun efsane örgüleri kadar olmasa da (çünkü artık dünyanın tepesindeyiz, evet) son sahnedeki o efsane black swan'ın nina repliği anı için herşey değerdi.

seneye görüşeceğiz underwoodlar!

[Fear the Walking Dead.]

efendiiim, bu dizinin üçüncü sezonunda araya girmişken, bu dizi hakkında hiç yazmadığımı fark ettim ve derhal bu durumu düzeltmeye karar verdim. 

fear the walking dead, walking dead'in prequel'ı olarak yola çıktı. gerçekten de zombi kıyameti bir yana, alıştığımız bir dünyada gözlerini junkie'lerin takıldığı bir mekanda gözlerini açtığında, önce aman zombi çıkacak şimdi diye beklerken, kendimi şehrin trafiğinde buluverdim. sıfırdan başlamak dedikleri bu olsa gerek, günümüzde böyle bir outbreak olsa, gerçekten aynen böyle olurdu dediğim bir kaç bölümün ardından, beklediğimiz zombilere kavuştuk.

tabi zombilere kavuştuk da, bu kavuşma rick grimes ve ekibinin nerdeyse iç güdüsel bir hareketlenmeyle çatır çatır zombi öldürdüğü zamanlarda değildi, bu konuyu unutuvermişim. dizinin ilk birkaç bölümünde şöyle bir hissiyatla daraldım: hastalanmışlar yazıııık değil, zombi onlar, vur kır parçala artık! neyse efendim, olayın telaşesi içerisinde gerçekten de hemen adapte oluverdiler! hikaye bambaşka bir aile draması olarak başladığı için de beni ayrıca bir sardı. üniversiteye gitmeye hazırlanan alicia, uyuşturucu bağımlısı chris, college counsellor madison ve edebiyatçı travis'in yolunun kesiştiği berber daniel, fırsatçı victor filan derken hızla ilk sezonu bitirdik.

ikinci sezon başladığında dizinin hızını biraz yavaş buldum ve görsel anlamda gerçekten çok zorlandım. hey gidi walking dead izlerken pizza yiyen beni zorlayan cgi efektleri. içinde yengeç yaşayan zombi nedir allah aşkına? neyse efendim, ayrılığımız uzun sürmedi, tekrar bir araya geldim ve izlemeye devam ettim. dediğim gibi, aileye ilişkin her kişinin ayrı hikayesini de zombi kıyametinde gözlemlediğimiz bu dizi beni baya sardı.

son olarak, dün itibariyle 3. sezonunun mid season bölümlerini izledim. hey gidi madison, sen neymişsin be? bu minnoş ve dizi başladığında biraz pısırık olduğunu düşündüğüm kadın, nasıl da cevval çıktı vallahi şoklara girdim. dizinin otto'lar üzerinden anlattığı "biz-onlar" ayrımı, ince bir göndermenin ötesindeydi. hele de son anlardaki madison'ın dev itirafıyla birlikte gerçekten şoklara girdim. 

heyecanla bekliyoruz efendim. açıkça söylüyorum: walking dead'den çok daha iyi bir dizi. iki sezondur sıkıntıdan çatladığımız walking dead bölümlerinin aksine, hep bir aksiyon hep bir heyecan var. izleyelim, izlettirelim.

10 Temmuz 2017

[Sense8.]

bu sezonun en güzel, en farklı, en heyecanlı dizisi. kesinlikle!

bu dizi dünyanın 8 farklı köşesindeki 8 farklı insanın öyküsü. bu kişiler sensate efendim. birbirlerinin duygularını hissediyorlar, görüyorlar, birbirlerinin yerine geçip yeteneklerini kullanabiliyorlar, canları beraber yanıyor.

berlin.
mexico city.
seoul.
nairobi.
londra.
san francisco.
chicago.
mumbai.

dünyanın 8 farklı yerinde, bir orada bir burada, hissettikleri hislerin benzerlik ve farklılıklarına göre karşılaşan ve zorluklar karşısında tek yürek olan bu 8 insanın hikayesini izlemek o kadar keyifli ki, ilk sezonun 6. bölümü sonu itibariyle kötü adamları henüz anlatmadıklarını unutuyorsunuz. dizi ilk sezonun sonlarına doğru öyle yerlere gidiyor ki, soluksuz hoplayarak zıplayarak, heyecandan neredeyse düğün kaçırıyor bir zihinde izledim!

ikinci sezona geldiğimde kötü adamlar sarmalına girmiş ve bu insanların kavuşmaları ve ayrılıklarını izlerken, dizi izleme hızımı yavaşlattığımı hissetmeye başladım. çünkü, ne yazık ki bu güzel dizi çok maliyetli olması sebebiyle iptal edilmişt. dilekçesine ben de bir imza attım ama ne kadar cliffhanger olsa da izlemeye yemin ettim!

sonra dizi dünyasında çok sık rastlanmayan bir mucizeye tanıklık ettik. en son the killing zamanında, charmed'ın son sezonunda filan yaşamıştık. sense8 cliffhanger yaptığı ve iptal edildiği bölümün üstüne, 2 saatlik bir final için onay aldı. herşeyi bağlamak için 2 saat daha! üstelik hayranlar bastırdığı için. daha mutlu olabilir miydim acaba? keşke bekleseydim de o finali de hemen üzerine izleyebilseydim bu finalin üstüne, ama bir yandan da o geçecek süre içerisinde bu jargona ve bu hayal gücüne ve bu conenctivity bilgisine sahip olmadığımı düşünüyorum da, iyi ki başlamışım!

hayran mucizesi için, konusu için, sadece what's goin' on sahnesi için izleyin, izlettirin efendim!

[13 Reasons Why.]

bu diziyi hiç duymamıştım, sadece takip ettiğim dizi sitelerine bölümlerinin parça parça düştüğünü gözlemlemiştim. sonra bir gün birisi bu diziden bahsedince, konusu ilgimi çekti. bir sezon geride kaldığım bir dizimi internette bulamayınca, aklıma geldi, başladım. o gün 3 bölüm izledim. ne diziymiş arkadaş, insan kendini durduramıyor!

şimdi yazdıklarım spoiler değil, zira dizinin özetinde yazıyor, bu sebeple genel bir bilgi olması açısından konusunu yazacağım şimdi.

efendim, bir çocuk, kapısında bir kutu ve kutunun içinde de 7 tane kaset buluyor. meğersem aşık olduğu kız, intihar etmeden önce bu kasetleri doldurmuş ve ölümüne sebep olan 13 sebebi anlatmış bu kasetlerde. her bölüm kasedin bir yüzü ve dolayısıyla bir kişi ve yaptıklarıyla geçiyor.

görsel anlamda, kırılma noktası olarak ölümü ele almışlar. flashback'ler daha doğal bir gün ışığıyla çekilmişken, sonrası daha soluk / mavi tonlarında bir filtreyle çekilmiş, belli. zamanlar arasındaki geçişleri ancak bu ışıklar ve başrol çocuğun yüzündeki yara bandı sayesinde anlayabiliyorsunuz. bir başka deyişle, geçişler çok akıcı, görüntü yönetmeni harika bir iş çıkarmış.

tanık olduğunu hikayeler dost kazığı diyebileceğiniz bir yelpazeden başlayıp suç oluşturan unsurlara, arkadaşların zamanla uzaklaşmasından öküzvari hareketlere kadar uzanıyor. her birini tek tek ele aldığınızda hannah'nın tercihini anlayamıyorsunuz. ama özellikle de benim gibi tüm bölümleri ardarda izlediyseniz, bu yaşananların hannah üzerinde nasıl biriktiğini, izleyiciyken bile ama bu kadar da olmaz kimse yok muuuuu diye öfkelenmenize sebep olduğunu capcanlı görüyorsunuz.

dizi boyunca hannah'nın başına gelenleri sırlarıyla gizemleriyle ve akılda bıraktığı soru işaretleriyle çözmeye çalışıyorsunuz. çözdüm dediğiniz anda bir an için bir huzur buluyorsunuz. ama o huzur, yerini geç kalınmışlığın çaresizliğine bırakıyor. her sözde zafer, tekrar tekrar yenilgileri yankılatıyor içinizde.

kadro oldukça genç bir kadro, doğrusu bu insanların hiç birini daha önceden tanımıyordum. ama diziye başlarken oyuncular arasında tek bir kişinin adını gördüm ve bu da diziye başlamam için gerekli itici gücü verdi: kate walsh.

hey gidi grey's anatomy'nin addison montgomery'si, ne kadar da severim kendisini! private practice'te devam eden maceralarını takip etmemiştim ama adını asla telafuz edemeyeceğim ve bebişleri çatır çatır kurtardığı milyarlarca ameliyatı ve şahsi hayatından dramlara rağmen efso mesleki işlerini yürüten bir kadın figürü olarak nasıl da takdirimi kazanmıştı!

tabii burada işin rengi biraz daha farklı. kate burada hannah'nın annesini oynuyor. duru bir acı. graceful grief. böylesine çaba sarfeden ve doğal ortaya çıkan bir hüznü uzun süredir ekranda görmemiştim. gerçekten hayran oldum. üstelik kendisinin bu kadar havalı bir insan olduğunu bilmesem, sanki hannah'nın annesiymişcesine bu bitkinlik ve mutsuzluğun verdiği çirkinliği -asla kötü anlamda söylemiyorum ama hani insan mutsuz olunca çirkin olur da etrafındakiler sorar ya neyi olduğunu- acısından taşıdığını düşüneceğim.

şimdi efendim ben bölüm bölüm kimden ve nelerden bahsediliyor açıklayabilirim. ama bu dizinin tadı soluk soluğa takip edip, kasetleri sindirerek dinleyen başrolün eline vurup sabaha kadar kasetlerini dinlemek istemekten geçiyor. şu kadarını söyleyebilirim ki dizi, netflix'te yayınlandığında baya bir olay oldu. intihar meyili sebebiyle neden bir disclaimer girilmedi diye kıyametler koptu. dizi çiğ desem kendini anlatmayacak, ama raw desem daha bir açıklayıcı olabilecek türde bir dizi. drama dokunulmamış, sadece olduğu gibi kameraya alınmış. o yüzden bazı sahneler gerçekten çok sert. durdurup ekran başından kalkıyor ve yeter artık diyorsunuz, o derece. hele de son iki bölümde ben bittim. intihar sahnesi var, evet. ama o sahnenin sonrasında kate walsh'ın içeriye girdiği sahnede kulaklıklar fırlatıp hıçkıra hıçkıra ağladım evet. clay'in hissettiği o geç kalmışlık hissi, o sahnede yakaladı duvara çarptı adeta.

insanoğlunun hayatı nasıl da pamuk ipliklerine bağlı, şaşırmamak elde değil. din ve inancın ötesinde, iyi insan olmaya çalışmanın nasıl önemli olduğunu gösteren bir dizi. bilerek ve isteyerek kırmamak ne kadar da önemli. karşındakinin neler yaşadığını bildiğini farz etmenin tehlikesi bir yana, karşındakinin de birşeyler yaşayabiliyor oluşunu unutmanın trajedisi 13 bölüme sıkıştırılmış vaziyette.

ikinci sezonu uzatıldı ve ilk sezondaki soluk soluğa merak hissini verebileceğinden emin değilim. belki açıkta kalan (ki bence hannah'nın hikayesi bağlandı) diğer karakter iplerini bağlayacaklar ve yeni bir öyküye girecekler ama, böylece bıraksalar daha mutlu olurdum desem, yalan olmaz.

izleyin, izlettirin. pişman olur musunuz, hiç bilemiyorum.


30 Haziran 2017

[Zaman ve Mekan Yanilsamasi.]

Bu satirlari Sigacik limaninin yanindaki Yali Cafe'de oturarak 30 Haziran 2017 gun batiminin hemen sonrasinda yaziyorum. Ama ruhum, cocuklugumun ufak sahil kasabasinda, anneannemlerin evinde.

Bu sokaklarda gezerken, sokak kapisinin disini toz yapmasin diye sulayan adamin evinin onunden gecerken, anneannemlerin bahcesini suladiktan sonraki bahcenin beton kokusunu duydum.

Perdesi aralik evlerin onunden gecerken, bir aksam vakti balkonda yemek yiyen ve ayni zamanda camin arkasindaki ekrani izleyen cocuklarda, bir zamanlarimin yemek vaktini yakaladim.

Evlerin onunde duran cop kovalarindaki agzi baglanmamis seffaf plastik cop posetlerinde karpuz kabuklarini gordum, dedecigimin bir zamanlar yaptigi gibi ozenlice kesilmis.

Bu kadar guzel bir ufakkentin ayni anda nasil bu kadar guzel ve kalp kirici olabilecegini dusundum ama aklima hic yatmadi, cevaplayamiyorum bir turlu.

Bulundugum konumda kaldirimin ustune atilmis tahta masa ve sandalyeler var. Ama sanki ben karsi yakanin isiklarini elimde un kurabiyesi ve frukoyla izliyormus gibi bir plastik sandalye uzerindeyim, sineklerden sikayet ediyor ve kiyida muhtemel bos banklari tariyorum gozlerimle.

Bu zamana ait tek benzer goruntu o kadar da uzak olmayan karsi yakadaki pervanelerin tepelerindeki yanip sonen kirmizi isiklar, onumdeki ufak kayiklara vuran suyun huzurlu sesi ve burnumda deniz kokusu.

Zor.

19 Haziran 2017

[The Handmaid's Tale.]

bu diziye bir tanıdığımın tavsiyesiyle başladım. iyi ki başlamışım iyi ki! bahsi geçen tanıdığım şöyle anlattı: garip bir dizi, gergin, çok enteresan bir dünya var, henüz nasıl olduğunu ben de çözemedim. tabii ki böyle belirsiz gergin diziler favorim olduğu için hiç düşünmeden 3 bölümün başına heyecanla oturdum. az bile demiş meğersem!

efendim bu dizi margaret atwood'un bir romanından yola çıkarak yapılmış. romanın adı damızlık kızın öyküsü diye çevrilmiş, kitapçılarda bulunuyor. ben aynı zamanda kitabı da okumaya başladım ve doğrusunu söylemek gerekirse, dizi kitabın dünyasını yaratmakta gerçekten çok başarılı. hemen hemen benzer hızlarda, benzer detaylarla ilerliyor.

konusunu çok detaylı da yazabilirim aslında ama diziyi izlerken (ben önce diziyi izleyip sonra kitaba geçmenizi öneririm. zira görsellik ve replikler sizi bu dünyaya daha rahat hazırlıyor) şok etkisi yaratması daha da güzel. ne olduğunu anlamaya çalışırken yaşadığınız binlerce soru işareti ve nasıl yani sorularıyla keşif macerası daha renkli. kısacık ucundan anlatmak gerekirse, kısır olmayan kadınların devlet yöneticilerine çocuk sağlamak için evlere gönderildiğini düşünün. gerçekten de damızlık bir kızın öyküsü bu öykü. daha doğrusu damızlık kızların nasıl damızlık kız olduğunun, insan olmanın, anne olmanın anlamına dair oldukça vurucu bir yapım.

başrolünde madmen'den tanıdığımız elizabeth moss var, offred'i oynuyor. -of fred, fredinki- fred'i aık şekspir'den bildiğimiz joseph fiennes oynarken fred'in eşini ise yvonne strahovski oynuyor. kendisini dexter'da hannah olarak izlemiş ve nefret/sevgi karışımında hislerle takip etmiştik efendim. ufacık bir not daha, offred'in normal zamanlardan arkadaşı moira rolünde samira wiley var. kendisini orange is the new black'ten poussey olarak hatırlıyoruz. spoiler olmasın diye detaylıca yazmayacağım ama diziden çıkışı bu dizi içinse, gerçekten turnayı gözünden vurmuş. göğsümüze oturan öküzü affettim gitti.

dizinin bölümler öyle bir oturuşta izleyeyim bitireyim gibi bölümler değil. dizi ağır ilerlediği kadar, bölümler de çok ağır. düşünüyor, kendinizi özdeşleştiriyor ve nefesinizin daraldığını hissediyor ve köşeye sıkışmışlığın acısını derinden duyuyorsunuz. özellikle birçok flashback ile desteklendiği için soğuk terler dökmek dizinin olağan akışı içerisinde.

elizabeth moss'u madmen'de takip etmemiştim, zira bu diziye sonradan başlamak istediğimde çok yavaş ilerlediğini düşünüp, bırakmıştım. bu dizi itibariyle söylüyorum: elizabeth moss harikalar yaratıyor. kesinlikle ödül alacak gözüyle bakılması gereken bir cevher. sessizliğinde, kaşını kaldırışında, başını önüne eğmesinde, sessiz kalan kadının sesi olurken içinizden birşeylerin kopmasına sebep oluyor. olağanüstü. gerçekten olağanüstü.

çıtır çerez dizi değil ama sizi düşündüren, endişelendiren, uykunuzu kaçıran, farklı bir dünyaya taşıyan ve kendi gerçek dünyanıza tekrar tekrar bakmanızı sağlayacak bir dizi arıyorsanız, bu o, izleyin izletin efendim!